Yükleniyor

Blog

Allah Hafızanızı Korusun, SGK Arşivlerine Muhtaç Etmesin

22.03.2015

“Arşiv bir milletin hafızasıdır” sözü yaygın bir şekilde kullanılır. Her kim söylemiş ise güzel söylemiş. İnkârı mümkün değil. Devletlerin günlük işleyişinin takibinde olduğu kadar, milletlerin tarihinin yazılmasında da birinci derecede önemi haizdir arşivler.

Söz konusu tarih araştırmaları olunca da “arşiv, araştırılan konunun olmazsa olmaz materyali, konunun iskeleti, eti-kemiği, beyni ve hafızası” olur. Neyse ki zengin tarihimiz kadar zengin de arşivlerimiz var.

Malum Osmanlı dönemi evrakı ile kısmen bazı Cumhuriyet kurumlarının evrakı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün İstanbul ve Ankara’daki binalarında saklanmaktadır. Devlet arşivleri -bazı tenkitlerimizi şimdilik saklı tutmak kaydıyla- araştırmacılara dünya standartlarında hizmet sunmaya gayret etmektedir. Ancak bunların dışında da kurum arşivleri bulunmaktadır. Mesela, Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Genelkurmay ATASE Arşivi, MSB Arşivi, Dışişleri Bakanlığı Arşivi vs. Bu arşivlerin bazılarında sadece hizmet bazılarında işkencenin yanı sıra kısmen hizmet sunulmakta bazılarında ise tasnif devam etmektedir. Tarih araştırmacılarının sabrı tarih kadar büyüktür. Bu yüzden kadı kızındaki kadar kusurlar görülmezden gelinerek bu arşivlerden alınacak veya gelecek belgeler Ferhat’ın Şirin’i beklemesi gibi beklenir. Hatta Keşiş Baba engellese de çoğu kere vuslat sağlanır. Ama bazıları vardır ki, aştığınız dağlardan, döşediğiniz su yollarından tatmin olmaz, yeni çöller yaratıp onları da bir kere daha dolaşmanız beklenir. Ya sabır der beklersiniz. Ama nafile…

Bu meydan biraz da kendi kendine konuşma meydanı. Eskiler buna pek yaklaşmaz “deli gibi kendi kendine konuşuyor” derler, ama artık “eski çamlar bardak olduğuna göre” biz de konuşalım.

T.C. Emekli Sandığı diye önemli ve tarihi bir kurumumuz zar. Aynı isimle olmasa bile 19. Yüzyıldan beri hizmet sunuyor. Devletine, milletine hizmet eden insanların ölmeden önce kifaf-i nefs etmelerine imkan veriyor. Tabii bu işler de büyük yazışmalara konu oluyor. Yazılıyor, yazılıyor, dosyalar birikiyor. Emekli olacak veya olan canından bıkıyor ama, neyse ki tarihlerini yazacak torunlarına da malzeme çıkıyor.

Osmanlı döneminden günümüze çalışanların sicil dosyalarının, özellikle emekli olma aşamasında talep edilen evrakların ve daha sonra maaşının intikal ettiği aile efradı ile ilgili yazışmaların Emekli Sandığı Arşivini oluşturduğu rivayet edilir. Zaman zaman bazı şanslı veya imtiyazlı tarihçilerimizin dipnotlarında bu arşivin adı yer alır. O yazarların havası bir başka olur. Diğer tarihçiler de heveslenir ama boşuna…

Ben yakın dönem tarihimizin biyografiler üzerinden okunmasına inanırım. Maalesef Türk tarihçiliğinde biyografi geleneği oldukça zayıftır. Son yıllarda gelişme gösterse de istenilen seviyede değildir. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi şahısların evrak biriktirme geleneğinin olmaması veya varsa şahsi evraklarının intikal etmemiş olmasıdır. Devlete hizmet etmiş olan şahısların evrakı genellikle Osmanlı veya Cumhuriyet arşivlerinde dağınık bir halde bulunmaktadır. Bu da araştırmaları güçleştirmektedir. Ancak bir istisna var gibi gözüküyor.

Tabii eski SEKA’ya gönderilmemiş iseler, Emekli sandığında sivil devlet görevlilerinin dosyaları vardır ve araştırmaya başlamak için mükemmel bir kaynaktır.

Bazen fazla bilmek zararlı veya en azından sinirleri yıpratıcı olabiliyor derler. Yıllarını tez yapma ve yaptırmaya hasretmiş birisi olarak, öğrencilerimin ufuklarını açacak yeni isimlere ve yeni materyale ulaşması için gayret gösterdiğim, en azından benim ile çalışanlar tarafından bilinir. Son yılarda bazı yetenekli öğrencilerimi biyografi çalışmalarına yönlendirdim. Tabii Emekli Sandığı Arşivi’ni kullanmak niyetiyle.

Siz mi niyetlenirsiniz, buyurun öyleyse sinir harbine.

İlk maceramızı yıllar önce Osmanlı Devleti’nin son Yemen valisi olan Mahmud Nedim Bey’in hayat hikayesini araştırırken yaşadık. Gerekli evrak ve yazılar ile tavsiye mektuplarını alan öğrencimiz Ankara’da alt düzeyde bulduğu aracılar ile iltifatlara mazhar oldu. Her ne kadar evrak tasnifli olmadığı için bizzat depoda çalışmak zorunda kaldı ise de sonunda muradına erdi, hem de ne murat. Emekli maaşı defterinin “orijinalini bile alabilirsin nasılsa atılacak” teklifini alarak…

İkinci deneyimiz, Bedii Nuri Bey’in biyografisini hazırlarken oldu. Biliyorum kim bu adam diyorsunuz. Maalesef unutulan önemli bir ailenin ferdi. Eser vermiş olan Muhammed Hilal’in oğlu, Türk ve Arap maarif tarihinde önemli izler bırakmış olan Mustafa Satı Bey’in (Satıh El Husri) ağabeyi. Daha da önemlisi Osmanlı/Türk Sosyolojisinin önderi. Galiba bu son hüküm sosyologları kızdırabilir, ama varsa başkası onlar söyler biz de öğreniriz. Bu arada söylemeliyim ki, bu isim ve aile köken itibarı ile Arap, ama zihniyet olarak tam bir Osmanlıcıdır. Bedii Bey, görevli bulunduğu Basra’da 1913 yılında siyasi bir cinayete kurban gitti. Neyse bu konuda yapılan teze ya da seminer videosuna bakarsınız. Asıl mesele evraka ulaşma serüveni.

İstanbul’daki araştırmalarını tamamlayan öğrencimin eline bir vesika verdik. Konusunu ve nerede ne yaptığını yazdık. Ankara’ya gönderdik. Tabii “aman ha kimseye sert davranma, hele kütüphaneci ve arşivci ise mutlaka yüzüne tebessüm et” nasihatini vererek. Ankara’ya varan öğrencimiz, ilk şoku yazının muhatabı ile arşivin farklı mekanlarda olması ile yaşadı. Sistem değişmişti. Ardından benim ve başkaları ile kontür tüketen konuşmalar ve nihayet “tebessümler” sonucu bazı evraka ulaşmalar. Vallahi müteşekkiriz. Bulduğumuz birkaç sahife aile tarihine önemli katkılarda bulundu. Kötü mü oldu? Bu abes soruyu niye sorduğumu daha sonraki maceralarımızdan anlayacaksınız.

Zor da olsa aldığımız bu sonuç bizi cesaretlendirdi. Eh artık birkaç evrak ve birkaç telefon işlerimizi hallediyordu. Öyle ise Haşim Nahit’i (Erbilli) çalıştırabilirdik. Kendisi önemli bir şahsiyet. Türk Kültürüne önemli katkılar sağladı. Lozan heyeti için Musul Raporu hazırladı. Sonunda her fani gibi hayata veda etti. İzini sürdüğümüzde gazetelerdeki yazılar dışında Emekli Sandığı’ndaki evrakından haberdar olduk. Haydi yavrum Ankara’ya dedik. Evrak düzenledik ve aynı adrese gönderdik. Göndermez olaydık. Artık bir şebeke yetmiyor bütün şebekeleri kullanarak çare arıyorduk. Muhatap bulmakta zorlandık. Sonunda birileri çıktı öğrencimizin karşısına ve dedi ki: “Artık Emekli Sandığı Arşivi SGK’nın bilmem ne strateji başkanlığına bağlı, onlar izin vermeden olmaz. Ha bir de zaten bu konuda daha önce başka birisi buradan evrak aldı. Artık sen almazsan da olur.”

Ben eski deneyimlerimden hareketle hala ısrarcıydım. İşin rutin zorluğunun aşılamamasını öğrencimin yeteneksizliğine veriyordum. O da masumane bir tarzda yapabileceği her şeyi yaptığını ancak “bu tür belgeler için artık araştırma yapılacak şahsın ailesinden muvafakat istendiğini” beyan ederek bu konudan feragat etmek istediğini söylüyordu.

Konu herhalde boyunu aşıyor. Varayım ben halledeyim bari dedim. Ankara’ya biletler alındı, rezervasyonlar yapıldı vs. Elimde bazı yazılar erken saatte SGK binasına gittim. Hava sıcak. Herkes burnundan soluyor. Daha ilk müracaatta böyle bir yerin olmadığı söylendi. Neyse kenardan duyan birisi müdahale etti ve beni 6. katta bir yere yönlendirdiler. Haydi hayırlısı dedim. Bütün özgüvenim üzerimde. Yıllarını tarihe adamış bir profesörüm ne de olsa. Labirent gibi bina içinde bir asansör bulup altıncı kata çıktım. Sonra 6 ile 4 arasında mekik dokumalar başladı. Pek çok Stratejik Daire başkanlıkları yeni oluşturulmuş, Arşivin sorumluluğu “ya şundadır ya bundadır” cevabını alarak. Sonunda yanlış blokta dolaştığımız ortaya çıktı. Tekrar zemine inerek başka bir bloktaki daire başkanlığına yolculuk başladı…

Yaklaşık bir saatlik bir maceradan sonra nihayet vuslat. Bir kapıdan içeri kabul edildik. Arşiv için müracaatımızın olduğunu beyan edince, çok nazik bir hanımefendi bizi Hukuk bürosuna yönlendirdi. Şaşırdım. Hukuki bir sorun değil, arşiv müracaatı olduğunu söylesem de yüzüme tebessümle ve belki de içinden acıyarak, “oradaki arkadaşlar yardımcı olacak” dedi. Teşekkür falan zaten yeni büroyu da buldum ve kapıyı çaldım bile…

Bir memur için geniş bir oda. Bir masa ve başında narin bir hanımefendi. Kafasını kaldırarak “buyurun” dedi. İyi bir başlangıç. Ben de hemen etkileyici bir başlangıç yapmalıyım. Bir önceki memurdan öğrendiğim ismini kullanarak … Hanım sizsiniz değil mi? Ben Profesör…. diyecek oldum. Sözümü kesti. “Ha ben de size cevap hazırlıyordum” dedi. Bir kere daha şaşırdım. Henüz ben müracaat etmemiştim. Ama öğrencilerimin müracaatındaki ismimi hatırlıyor ve büyük bir jest yapıyor diye düşündüm. Kendimi birden bulutların üstünde buldum ki sözlerinin devamı beni uyandırdı.

– Sizin gibi birkaç müracaat daha var. Onlara cevap yazıyorum. Maalesef sizin ki de olumsuz.

Hayda ne istedik ne söyledik. Afalladık. Hanımefendi dedim. “Benim şahsi bir müracaatım yok. Öğrencilerime zaten cevap verildi. Ben size derdimi daha anlatamadım” deyince şaşkınlık sırası ondaydı. Zira o başka zavallı bir profesörü kurban seçmiş ve müracaatına olumsuz cevap yazmakla meşgul iken baskın yiyince beni o şahıs zannetmiş. Neyse bunda da bir hayır var dedik. Baştan birbirimizi tanıma fırsatı bulacaktık. Ben kendimi ve derdimi, anlattım. Öğrencimin Haşim Nahit hakkında tez yapabilmesi için kendilerine muhtaç olduğumuzu en tatlı halimle beyan ettim. O da kendini tanıttı. Kaç yıllık hukukçu imiş. Orada bu tür müracaatlara cevap veriyormuş…

Güzel de benin talebim ne olacak. Bir de gelmişken II. Meşrutiyet yıllarının önemli bir yazarı ve devlet adamı Ali Suad’ın da dosyasına bakmak istediğimi ve dilekçemin hazır olduğunu ilave ettim. Daha önce değerli dostum Ali Birinci dosyayı kullanmıştı. Gülümsedi. Olmaz, hocam dedi. Siz hiçbir şeye bakamazsınız. Zira, bunlar şahsi evraklardır. Bunları size göstermek anayasa suçudur, dedi. Hukuk dersleri başladı. Neyse az çok hukuk terimlerini bildiğimizden mahcup olmadık. Ne de olsa yıllardır Anayasal gelişmeleri ve Türk anayasalarını okutuyordum. Hukukçu hanımefendinin konuşma tonu düştü ama işe yaramadı. Bize gayet net ve açık bir şekilde bu isimler hakkında araştırma yapmak istiyorsanız önce ailelerine başvuracaksınız ve onlardan noterden onaylı muvafakatname getireceksiniz dedi. Fesuphanallah…

– Hanımefendi, Haşim Nahit kimsesiz öldü. Akrabası yok. İstanbul Belediyesi tarafından kimsesizler mezarlığına defnedildi. Ali Suad’ın ise ulaşabileceğimiz ne mezarı ne de akrabası var. dedimse de fayda etmedi. Mezarlıklar müdürlüğünden belge almamızın mümkün olup olamayacağına, almamız halinde hukuki değeri olup olmayacağını ve kabul edilip edilemeyeceğini de tartıştık. O da sıkılmıştı. Sonunda uluslararası ve ulusal arşiv kanunlarını hatırlattım. Uygulamalarda resmi bir evrakın üzerinden 30 yıl geçtikten sonra (bizde 50 yıl caridir) artık kamuya açıldığını hatırlattım. İlk defa duymuştu. Mezarlıklar müdürlüğünden alacağımız belgeye de bu bilgiyi ekleyebileceğim tavsiyesinde bulundu.

Sonuç hüsran. İşi yapamadığına mı, öğrencin hakkında suizanda bulunmana mı, ayıptır söylemesi yaptığın masrafa ve o sıcakta Ankara’da döktüğün tere mi yanacaksın. Bu arada hedef saptı. Ankara’dan İstanbul’a dönüş şekli ve saatleri yeniden ayarlandı. Alınan tavsiye bir kenara yazıldı ve İstanbul’a dönüldü, şükürler olsun.

Ama iş bitmedi. Hala bir sürü şahsiyetin biyografisi duruyor. Elimin altında tamamlanması gereken kitap ve makaleler var. Yıllarca önce biyografisini yazdığım ünlü Sadrazam Said Paşa’nın hayat hikayesini kitaplaştırmam gerekiyor. Araştırmalarımı yaparken, dokuz sadaretine ve diğer hayatına dair Osmanlı Arşivlerinden geniş bilgiler derledim. Bazı özel evraklarını da merhum Taha Toros’ta görmüştüm. Torunu eski Fas Büyükelçisi Hasan İstinyeli ile de görüşmüş ama yeterli bilgiler alamamıştım. O sıralarda hayatta olan kızı ile görüşmek istedim ama mümkün olmadı. İşte bu sıralarda Said Paşa’nın kızı ile irtibatı olduğunu söyleyen daha da önemlisi, kendilerinin Said Paşa’nın Erzurum’da iken evlendiği eşinden olan oğlunun çocukları olduklarını iddia eden, ve benden de bilgi isteyen bir aile ile tanıştım. Zaten ben de bu konuda kafa yoruyorum. Bakalım bundan ne çıkacak diye yola çıktık. Onların şecerelerini benim elimdeki bilgilerle birleştirdik, topladık, çarptık, böldük. Nihayet iş gene SGK Arşivine dayandı.

Artık şerbetlenmiştik de. İşi biliyorduk. Önce aileyi seferber ettik. Noterden bize vekaletname ve muvafakatnameler verildi. Bunların önüne güzel bir de dilekçe yazıldı ve Ankara’ya gitmek üzere M.Ü. Göztepe Kampüsü postanesinden yola çıkarıldı. Posta işlemlerini yapan asistanıma da birkaç sürahi su dökmesi salık verildi. Ama nafile gidiş o gidiş. Nereye gitti, ne yaptı, kimin eline düştü bilinmez bizim mektubun. Aylardır ne bir haber, ne bir selam… Hani bir ayda cevap verilir kuralı vardı. Bizim proje masada duruyor. Bir ilerleme kaydedemedik. Vekalet veren ailelerin telefonlarına SGK adına mahcup bir eda ile cevap verebiliyorum.

Ey milletim size sesleniyorum. Siz siz olun hafızanızı bir yerlere emanet ederken mutlaka bir de kopyasını çıkartın vesselam

 Not:  Yazıda hiçbir abartı yoktur. Az bile anlatılmıştır. Bu arada Devlet Arşivlerinin son yaptığı sempozyuma hiçbir Türk akademisyeni layık görmemesi de dikkatlerimizden kaçmadı. Elbette fırsat olursa onu da yazacağız. Bu arada benim yazılarımı yayımlayan siteler hadi bakalım… iş başına.

Yorum Yaz

Blog

Kategoriler