İnsan ihsanın kuludur derler. El-hak doğrudur. İnsan iyilik gördüğü yere meyleder, sevgi gösterir ve hatta itaat eder. Bazen o dereceye vardırır ki, ihsan gördüğü yere hata kondurmaz. Ama çoğu kere ihsanı kesildi mi birden huy değiştirir. Eski hamisini tanımaz, yeni liman aramaya başlar.
Bir bilgeye sormuşlar, Size en zor gelen nedir diye? O da cevap vermiş:
Peki demişler: En ağır, en kötü şey nedir?
Bu duruma en çok da zirveye ulaşanlar maruz kalır. Her şeyin bir zirvesi vardır. Para, pul, başarı, şöhret, siyaset, müdür, müsteşar, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı veya geçmişte nazır, vezir, sadrazam, sultan …
Zirvedekilerin her biri çeşitli sâikler ile etrafına insan toplar, onlara ihsanda bulunur. Onların kimi musahibi olur, kimi hizmetinde bulunur, kimi de bütün devlet umurunu teslim ettiği vekili. Bir anlamda besler, büyütür, makam, şöhret dağıtır onlara ama bir de hava değişmeye görsün boşalır birden etrafları. Bunun en belirgin örneğini yaşadı cihan padişahları. Tarih örnekleri ile doludur. Ama devrinin güçlü sultanlarından Bismark’a göre (kendisinden sonra) dünyadaki en büyük siyasi deha Sultan II. Abdülhamid bile kurtulamadı bu et ve kemikten oluşan tuzaktan.
Esasında o bir halk adamıydı. Sultan olmadan halkla beraberdi. Kolay kaynaşır, paylaşırdı. Devrinin entrikaları bir tarafa; bahtı açıldı, devlet kuşu göründü ve nihayet başına kondu. O artık Hakanu’l Berreyn ve Bahreyn, Sultan-i Devlet-i Aliyye; hatta Halife-i ruy-i zemin idi.
Sıcak bir Ağustos günü tahta geçmişti. Ata bindi, halkın arasından geçti, cesaretin timsali, tevazunun kabesi Eyüp Sultan’a gitti ve kılıç kuşandı. Ardından da saltanat kayığına bindi. Alıştığı çevre bitti, çehreler değişti. Saltanatın ve devletin yükünü çeker görünen sırmalı, armalı, büyük üniformalı isimler ile tanıştı. Onlar da yeni Sultana selam verdi, baş eğdi, biat etti. Sultan da devletin yükünü üstlenip gülmeyi unutan bu insanların yüreğine su serpmek, gönüllerini hoş etmek için ihsanı seçti. Yıllar geçti. Meclis açtı kapattı. Rüşdiyeler, idadiler kurdu. Mülkiye’ye özel önem verdi. Derece ile mezun olanları ödüllendirdi ve hemen sarayında istihdam etti. Ama deveran-i zaman ile fasl-ı hazan göründü. Sultana gündüz gülenler, temenna edip ihsan koparanlar gece konaklarında onun gönderdiği ikramları tüketirken önce fısıltı ile dedikodusunu yaptılar; ardından zahir olup “al külah ver takke” diyerek başka oyunlar sahneye koydular.
Kimler mi, kim değil ki? Osmanlı sisteminde asla kolay olmayan Paşalığı elde edenler, en az çeyrek asır medresede diz çürütüp ancak paye alanlar, “efendi” olan babasının yerine modern mekteplerde okuyup “bey” olanlar. Okur yazarlığı entelektüel birikim zannedenler, kağıt boyamayı, hurufat dizmeyi gazetecilik bilenler, anasındaki destan dizme mevhibesinden esinlenerek, sözleri kalıba döküp kendini şair hissedenler ve daha kimler, kimler? Başına sardığı sarıkla kendini mehdi zanneden meczuplar bir tarafa, uzun yıllar Sultanın işlerine fetva veren Şeyhülislamlar bile karşı koroda yer aldılar. Kimi solist oldu, kimi vokalist, ahenksiz çalan orkestranın etrafında. Çıkan gürültüden kimse anlayamadı ne olduğunu ve hatta ne olacağını, Koca Sultan bile.
Hiç mi yok Sultan’ın suçu der gibisiniz. Elbette o da bir anadan ve babadan doğmuştu, sütten çıkmamıştı. Diğer insanlar gibi düşünüyordu. Verdikçe alacaktı, hem hizmeti ve hem de sadakatı. Üstelik devletin başıydı ve mutlak sorumlu idi. Fakat heyhat, liyakat prensibi çoktan geçmişte kalmıştı. O bunun farkındaydı elbette, ama bir de vefa denen bir şey vardı. Ona güveniyordu. Oysa bu duygudan sıyrılmak isteyenler çok insanice (!) bir tavırla hemen o tarihlerde bir semte satmışlardı vefayı. İşte bunu fark edememişti bir de yücelerden gelen ihsanı anlamayan insanın sultandan gelen ihsanı kolayca unutabileceğini düşünememişti veya düşünmeye fırsat bulamamıştı. Suçluydu.
Belki düşünememişti ama kaydettirmişti bir çok şeyi sonradan gelenler anlasın diye. Sultanın devrinde çoğalır arşiv kayıtları. Sadakat bildirenlerden çok ihsana nail olanların hikayesini söyler belgeler. Yazıldıklarında bir tadı vardı, bir anlamı bir lem’ası vardı o yazıların. Ama bugünden geriye doğru baktığınızda meşrepsiz, liyakatsız, parlak sırmalı üniformalara bürünmüş çakalların ayak izlerini takip edersiniz o soluk belgelerde.
Dünyanın en zengin arşivlerinden biri olan Osmanlı Arşivinde çalışırken gözüme ilişen bir liste hatırlattı bütün bunları bana. Liste bir dönem Sultanın ve Sarayın mutfağından geçinenlerin listesiydi. Elbette listedekilerin yukardaki tanımlara girip girmediği ayrı bir araştırma konusudur. Ama bu yazıya ilham verdiklerine göre de konu dışı değillerdir.
Bir devlet geleneği olarak 16. yüzyıldan itibaren saray mutfağından, üst düzey saray görevlilerinin konaklarına hatta aşçı ve diğer hizmetlilerin evine yemek (tabla) gönderilmekteydi. Fakat bu geleneğin ciddi bir maliyeti vardı. Fetihlerin olduğu, toprak düzeninin sürdüğü, merkeze vergilerin düzenli geldiği dönemlerde bu masraf devede kulaktı. Sonraları iş değişti. Sıkıntıyı sadece Sultan biliyordu. 19. yüzyılda mutfak masrafları ciddi bir yük olmaya başlamasına rağmen, artık kazanılmış bir hak olarak görüldüğünden hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.
II. Abdülhamid tahta geçtiğinde bu durumu fark etmişti. Belki de Sultan Abdülaziz’in başına gelenlerin bir kısmı da saray masraflarına kayıtsızlıktan olmuştu. Bu yüzden denk bütçe yapma adına da ilk işi saray masraflarını kısmak oldu. Bu davranışı fısıltı gazetelerinin manşetine onun “pintiliği” olarak yansıdı. Bu yüzden saraydaki şahsı masrafları ile haremin masraflarını kıstı ama konaklara tabla gönderme işini sürdürdü.
Yıldız Sarayı Arşivinden devşirilen tarihsiz bir liste Yıldız, Beşiktaş ve Feriye Matbah-i Amirelerinden sabah-akşam kimlere ne kadar yemek gönderildiğini haber vermektedir bize.
Listede kimler yok ki: Sadrazam’a günde iki tabla 17 kap yemek gidiyor. Kalabalık ailesi, geleni gideni vardır elbet. Helal olsun, umur-i devlet onun elinde. Hz. Peygamberin ahfadı Seyyidlerin temsilcisi Nakibu’l Eşraf da payını alıyor. Hane halkı kalabalık, Tanrı misafiri çoktur diye 60 kap gönderiliyor. İstanbul’da zorunlu ikamete memur Seyid Fazıl Paşa’nın konağı misafirden eksik kalmaz. Uzun zaman Yemen/Hadramut’a yönetici olmak için İstanbul’da sürdürdüğü kulislerin yemeği de saraydan gider. Hizmet üretmez onun konağı ama fitneye sebep olmasın ve biraz da siyasetin nabzı tutulsun diye Sadrazamın bir kaç katı, 83 kap taşınır sabah-akşam konağına. Önemli bir figür olarak Padişah’ın kamu diplomasisinde istihdam ettiği Şazeli Şeyhi Şeyh Zafir’in konağına da günde 8 tabla 66 kap yemek gönderilir. Hane halkı, evlad-ü iyal kifaf-i nefs yapsın, kalanlar da dergahtaki dervişlere şifa olsun diye. Harem-i Hümayun Nazırı Kemali Paşa, Tercüman Paşa, Şerif Abdullah Paşa ve daha niceleri istifade eder sarayın mutfağından.
Bu listeye göre, her gün 92 tabla, -sanki yetmiş ikibuçuktan kinaye-, 773 kap çıkar konaklara. Pazartesi, Perşembe günleri de tatlı günüdür, ihmale gelmez. Kap aldatmasın sizi. Saray kabıdır ve her biri bir orduyu beslemezse de kalabalık bir aileyi besler. Öyle de olması lazım. Bu yakışır saraya zaten.
Bu gelenek hep devam eder. Sadrazam değişir, Şeyhülislam değişir, Serasker değişir ama tablacılar hep sabah-akşam Nişantaşı konaklarına tablalar ile sefer düzenler. Hatta sabah bitirilmeyen yemekler iade alınıp pazarlara bile sunulur uyanık tablacı çırakları tarafından. Tablacılar, hem bahşişlerden hem de iade pazarından haylice istifade eder. Bilmem, araştırmak gerek, saraylıyım diye iddia eden İstanbul’un küçük burjuvazisi belki de bu tablacıların soyundan türemiştir.
Belgelere baktığımızda bunlar sadece sarayın mutfağından istifade etmediler. Nişan madalya, atiyye ve her türlü muhassesattan istifade ettiler. Makamdan makama geçtiler. Birbirleri ile rekabet ederek mansıp kovaladılar. Yorulmalarının ve gayretlerinin bedeli olarak, kimi devlet alımlarından komisyon, kimi de aynı anda birçok makamda/komisyonda bulunarak, şişkin maaşlar, huzur hakkı aldılar. Serkilarî Osman Bey gibi kimileri de emlake kondular. En düşüğünden, Ragıp bey gibiler de (Aksaray’da Sofular Mahallesinde) bir sokağa isim oldular.
Peki ne oldu? Bunun cevabı sizde. Koca imparatorluk bir avuç tedbirsiz ve tecrübesiz elinde kaldı. Kül oldu bitti. Buna yanmam. Zira her şarklı biraz İbn-i Halduncudur. Devletin ömrü tükendi, der geçerim. Ama, saraydan geçinen bu ulu zevatın daha sonra bıraktıkları hatıratlarını, yazılarını, röportajlarını okuduğumda; çöküşün nedeni olarak sadece mutfağından geçindikleri sarayı ve ihsan sahibi olan Sultan’ı anlatmazlar mı? Yedikleri değil de bu yaralar beni derinden. Hançer gibi saplanır beynime, kalbime ve hatta ruhuma. Bir de saraydan aldıkları enerjiyle genlerini miras bıraktıkları nesillere baktığımda.. Söz bulamam, kelimeler düğümlenir boğazımda.
Hak Sahipleri | Tabla Sayısı | Kap Sayısı | Perşembe tatlı | Pazartesi
tatlı |
Sadrazam Konağı (Devletlü) | 2 | 17 | ||
Nakibu’l Eşraf Konağı (Semahetlü) | 6 | 60 | ||
Seyyid Fazıl Paşa Konağı (Devletlü) 1879-1900, 1880 de vezir rütbesi verildi. | 8 | 83 | ||
Feraşet-i Şerife Vekili Konağı (Semahetlü) Ahmed Esad Efendi | 4 | 53 | ||
Şeyh Zafir Efendi (Reşadetlü) Konağı | 8 | 66 | ||
Harem-i Hümayun Nazırı Kemali Paşa (Devletlü) Konağı | 2 | 16 | ||
Tercüman Paşa (Devletlü) Konağı (Hasan Şükrü Efendi, Hacı Ahmet Bey, Ahmet bey veya Tüysüz Hacı Hasan efendi) | 2 | 22 | ||
(Şerif)Abdullah Paşa Konağı (Seadetlü) | 2 | 23 | ||
Serkilari Beyefendi Konağı (Seadetlü) (Osman Bey) | 10 | 83 | ||
Ragıp Beyefendi Konağı, Kurenadan | 4 | 43 | ||
Seccadecibaşı Hanesi (İzzetlü) (Osman?) | 2 | 20 | ||
Taşlıca Müftüsü Efendi Hanesine (Fazıletlü) Mehmet Nurettin Efendi.(Bosna’nın kaybı üzerine İstanbul’a geldi.) | 6 | 60 | 3 | 3 |
Kalkandelenli Şeyh Mustafa Efendi Hanesi (Arnavutluk İttihadı Reisi) | 2 | 18 | ||
Kilarcı Ömer Ağa Hanesi (İzzetlü) | 2 | 22 | ||
Feriyyenin Daire Müdürü Hanesine (İzzetlü) | 2 | 12 | ||
İkinci Kilerci İbrahim Efendi Hanesi (İzzetlü) | 2 | 24 | ||
Yaver Faik Bey Hanesi (İzzetlü) | 2 | 18 | ||
Padişahın Ser Tüfenkçisi Hanesi | 2 | 16 | ||
Kapıcılar Kethüdası Hanesine | 2 | 16 | ||
Aşçıbaşı Mehmet Ali Ağa Hanesi | 2 | 12 | ||
İbrikdar Hacı Ali Efendi Hanesi | 2 | 6 | ||
Ser Müezzin İbrahim Efendi Hanesi | 2 | 18 | ||
Müezzin Hacı Ali Efendi Hanesi | 2 | 14 | ||
Müsahip Haci Ali Efendi Hanesi | 2 | 14 | ||
Marangoz Karlo Hanesindeki Misafirlere | 2 | 12 | ||
Sakızlı Bahçivanlara (Serkurena emriyle) Bahçivan Ömer Ağa Hanesine | 2 | 8 | 1 | 1 |
Tüfenkçi Bekir Ağa Hanesi | 2 | 6 | ||
Avcıbaşı Hanesi | 2 | 10 | 1 | 1 |
Evlad-i Abbasiyeden Salih Efendi Hanesi | 2 | 8 | ||
Mekkeli Tabip Behic Efendi Hanesi | 2 | 10 | ||
Darüssade Ağası Kethüdası Hanesine Hafız Behram Ağa | 2 | 16 | ||
Yekün | 92 | 773 | 5 | 5 |
Muhtemelen 1880lerde Saraydan konaklarına ve hanelerine yemek gidenlerin listesi:
(BOA Y.PRK HH 11/19)
Teşekkür ediyorum. Malesef sizin de yazdığınız gibi “vefa” erdemini kaybettik veya etmek üzereyiz. İşın vahım tarafı vefayı ögretmesi gereken kibar-i rical, ilim, kalem erbabı bu duygudan uzaklaşmaya başladı. Ama kötümser olma hakkımız yok. Çevremizden başlayarak en önemlisi de kendimiz vefa göstererek örnek olmak zorundayız.
Bu vesile ile selam ve başarılar dilerim.
çok güzel bir yazı efendim. kaleminize sağlık.
Sevgili Zekeriya Hoca;
Bence siz iyi bir tarihçi değil biraz daha ilerisi iyi bir tarih yorumcusu ve felsefecisisiniz.
Paylaşımlarınız dört dörtlük: Tarih, belge, yorum ve “Vicdanını kiraya vermeyenler için” Tarih perspektifinde güncelin panosu…
Tanrı size bin yıl ömür versin var olun Sağ olun…
Merhaba Üstadım,
Ömrünü bu belgeleri araştırmacılara sunmak için geçiren birinden bu iltifatları almak çok güzel. Fakat takdir edersiniz asil marifet belgelerde. Hülasa sizin de söylediğınız gibi dün bugünü anlatıyor, anlayana.
Saygılar.
Hocam enfes bir yazı olmuş. Hissiyatınız kaleminizden dökülmüş.
Müsaadenizle paylaşıyorum.
Kıymetli Hocam,
Yine arşivden gün ışığına çıkardığınız bir belgeye dayanarak usta kaleminizden çıkan manidar satırlarla, günümüzde hızla terk edilen manevi, dini, ahlaki, insanî çok önemli bir erdemi “vefa” yı hatırlattınız. Maalesef maddi menfaatlerin prim yaptığı günümüz toplum anlayışında, çevremizde çıkar elde edemeyeceği görevleri elinin tersiyle itenler çoğaldı, görev ve sorumluluk anlayışı maddi beklentilerden sonra geliyor. Karşılığı varsa kabul ediliyor. Menfaat musluğu kesildiği anda da yeni arayışlar başlıyor. Suni ilişkiler, gerçek samimiyetten uzak yakınlıklar kurulmaya çalışılıyor. Önceki katkılar dostluklar iyilikler de unutuluyor. “vefa” esasen minnetin ötesinde çok anlamlı bir değer… iyiliği besleyen çoğaltan manevi bir kaynak..Bu ve bunun gibi kâmil insanın özünde olması gereken faziletleri insanımızda artırabilmek yegane çaba olmalı diye düşünüyorum. Kıymet bilmek takdir etmek… Elinize yüreğinize sağlık sayın hocam… en derin saygılarımla…