Osmanlı bürokrasisine en uzun süre hizmet etmişlerden biridir Said Paşa (1838-1914). Yedi kere II. Abdülhamid’e, iki kere V. Mehmed Reşad’a sadrazamlık, Şura-yi Devlet ve Ayan reisliklerinde bulundu uzun hizmet yıllarında. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet idi. Çok okur, az söyler, yazdığında da hata etmezdi. Hele döneminde ayyuka çıkmış olan rüşvetten beri idi. O kadar ki, İbnü’l Emin’in bir bakraç yoğurdunu bile geri iade etmişti. Sadece Sultan Abdülhamid’in ihsan ve atiyyelerine açıktı. Hatta sanki bunu bir hak olarak da görmekteydi. Hem devrinde ve hem sonrasında bu özellikleri hep sitayişle anlatıldı. Dürüstlüğüne şahadet edildi.
Ama iki rivayet var ki anlayana aşkolsun. Hem tarihçiye hem gazeteciye ve hem de senariste malzeme çıkartacak cinsten.
Birincisi Sultan Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’dan. Hatıralarında Said Paşa hakkında olumsuz bir şey söylememeye özen göstermesine rağmen; bir vergi meselesini de zikretmeden geçemez Paşa. Rivayete göre, “kanun, emlak satışları sırasında biriken vergilerin ödenmesini” şart koşar. Bir gün Said Paşa, II. Abdülhamid’e sunduğu bir tezkere ile halkın bu durumdan sıkıntı ve zorluk çektiğini, bu yüzden kanunun askıya alınmasını ister ve bu yönde Sultanın iradesini tahsil eder. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra yeni bir tezkere ile bunun aksini talep ederek kanunun eskisi gibi uygulanmasını talep eder. Sultan “lahavle” çeker. Said Paşa’nın talebinden vazgeçme sebebini merak eder. Jurnaller, Said Paşa’nın o sürede kendine ait bir hayli emlakını vergi borçlarını ödemeden elden çıkardığı naklederler. Tahsin Paşa’nın iddiasına göre; Padişah da “keşke kanunu değiştirmeyip, bizden vergi borçlarını atiyye olarak vermemizi isteseydi” diyerek, yumuşak bir tepki gösterir sevdiği adamına.
1990 başlarında bu bilgiyi okuduğumda arşivden teyit edemedim. 90lı yılların sonlarında merhum Taha Toros’un Etiler’deki ev-arşivinde bir bilgi kırıntısına rastladım. Ama o gün fotokopisini alamadım. Daha sonra gittiğimde merhum Taha Toros ilgili zarfı bulamadı. Hülasa beynimi kemiren bu vergi hikayesi muallakta kaldı. Neyse ki, İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Bey’in arşivini alıp, tasnif ederek hizmete açınca eski merakım depreşti ve yeniden o gördüğüm belgeye kavuştum. Müteşekkirim doğrusu Şehir Üniversitesi’ne beni adeta kayıp bir akrabama kavuşturdu. Gelin görün ki bu ikinci bir rivayet idi ve birincisini tamamlamıyordu.
II. Meşrutiyet yıllarıdır. Hazine tamtakır; devlet vergi arayışındadır. Maliye Nazırı Cavid Bey birikmiş vergilerin peşindedir. Vergi verebilecek İstanbullular var ama duymazlıktan gelmektedirler. Bu yüzden vergi borçlarına karşılık haciz işlemleri başlatılır. Ya da bir kısım kişilere uygulanır. Hasislik derecesindeki tasarrufu ile tanınan Said Paşa yememiş, içmemiş iyi kötü iyi bir emlaka malik olmuştu o güne kadar. Anadoluhisarı, Çubuklu’da emlak arazi, Beyoğlu’nda apartmanlar vs. O sırada Ayan Reisi olan Said Paşa’nın kapısına dayanır vergi memurları. Hayatını devlete adamış bu adamın anlaşılan vergi ile başı hoş değildir. Birikmiş bir hayli vergi borçları vardır. Ödeyecek, ödemeyecek derken haciz memuru Haşim Bey Ocak ayının son günü konağa gelir. Ayan Reisi, “param yoktur, devletteki tahsisatımdan tahsil edilsin” diyerek, ale’l-acele Maliye nazırına ulaşmaya çalışır ama nafile. Haciz memurları Haşim bey ile Niyazi bey konaktaki değerli eşyaların haciz işlemini tamamlar. (Şehir Üniversitesi, Taha Toros Arşivi TT, 636562, 636563)
Neler mi haczedilir Said Paşa’nın konağında? Yedi mumlu gümüş şamdan, iki şezlong, kıymetli kumaştan mamul dört koltuk, iki kanepe, on iki sandalye, mermerli orta masası (muhtemelen sehpa) yerli kilimler vs. Peki başka neler vardı haczedilen eşyalar arasında. Sıkı durun. Sultan Abdülhamid tarafından imal edilip Paşa’ya hediye edilen üzerinde (Sultanın isminin baş harfleri olan) A. H arması nakışlı dolap. Eldeki müsvedde kayda göre Maliye Nazırı Cavid Bey’e başvuran Said Paşa red cevabı alınca 114.896 kuruş 20 paralık bir banka çeki vermek zorunda kaldı ve haciz işlemi de ertesi gün kaldırıldı.
Bu hikaye, tarihçiye göre tamamlanmış bir hikaye değildir. Said Paşa’nın vergi karşısındaki tavrı; vergi kanunları vs.; ayrıca eski dönemi temsil eden Paşa ile II. Meşrutiyet’in yeni yetmeleri arasında bir hesaplaşma olup olmadığı araştırılmaya muhtaçtır elbette. Sabırla, titizlikle ve önyargısız bir biçimde. Gazeteci buradan “Vezirin Borcu Sultan Abdülhamid’in Dolabını Haczettirmişti” başlığını rahatlıkla çıkartırken senarist de mevzuyu muhayyel bir haritada dolaştıracaktır…
Gelelim sadede. Tarihçi ile gazeteci arasında ne fark var sorusu hep sorulur. Hele mesele yakın dönem tarihi olunca daha da anlam kazanır bu soru. Bir görüşe göre bugün hâlâ etkisini sürdüren olaylar, yani yakın dönem tarihi, tarihin konusu değil, yeni bir meslek olan gazeteciliğin konusuna girer. Tartışılabilir elbet. Ama unutmayın, iki tarafın bakışı aynı değildir. Tarihçi hadiseleri derinlemesine inceler, detaylara önem verir, belgelendirmeye çalışır. Gazeteci ise –alınmasınlar ama- genişlemesine bakar. Mevzunun dikkat çekmesi, ilgi görmesi, çoğu kere doğru olmasından daha önemlidir. Bu yüzden aynı konunda farklı yaklaşım sergiler tarihçi ve gazeteci.
Gazeteci, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” hükmünce duman ile ateş arasında kolay ilişki kurar. Tarihçi ise dumanı takip edip, ateşin kaynağını görmeden, derecesini ölçmeden, görülen dumanın o ateşe ait olup olmadığını tespit etmeden konuşmaz ya da ihtiyatlı konuşur. Bir de bunun ikisi arasında olan romancı-hikayeci ve hele günümüzde senaristler var ki, onlar genellikle sadece konuyu tarihten alır ama tarihe sadık kalmaz, hatta kalmamaya özen gösterir, sanat veya önyargıları adına. Hakikati ortaya çıkardıkları iddiaları olmasa kısmen mazur görülecek bu kesimin en azından bir bölümü.
Bir sınıf daha var ki onlar da meslek bunalımına düşmüş genellikle halkalarını gazeteci ya da senaristlere kaptırmış şifaya muhtaç tarihçilerdir. Onlar peşreve göre ses çıkarırlar, bu yüzden ahenkli de görünürler. Fakat tarihin yargısından kurtulamazlar.
Bundan sonrası kolay değil mi? Benim attığım başlığı önemsemeyin, meşrebinize göre, bu yazıya başlık atabilirsiniz. Ya da son zamanlarda dinlediklerinizi, okuduklarınızı ve seyrettiklerinizi bir kere daha gözden geçirebilirsiniz.
her daim geçer akçe gibi kullanılan tarih ne yazık ki hakkettiği değeri ve itibarı hakkıyla göremiyor. Tarihçiler de malesef tarihin o sarı sayfalarında sessizliğe gömülüp gidiyorlar.
Tarihin bu kayıp halkalarını okudukça duydukça içimden bir şeyler akıp gidiyor.
Tarihçilik zor zanaat…
Sizi yedi kıta dergisindeki sarayın mutfağından geçinenler yazısıyla tanıdım malesef çok geç tanıdım ama zararın neresinden dönülse kardır değil mi
Selamünaleyküm sevgili hocam :
Said halim paşa sultanın bütün ihsanina rağmen , hareket ordusunu buyük bir hararetle istikbal etmiş ve çok büyük bir vefasızlik göstermiştir.
Bu çok büyük bir sasiyet zaafı örneğidir… osmanlı aile mensupları bile bunun bu hareketine çok teaccub etmiş ve üzülmüşlerdir.
Ama yine de bir çok aydınimiz onu “büyük İslamcılar “arasında zikretmektedir…
Tarih geçmişe ait bir hakikatı/ durumu ortya çıkarma çabası içindir midir? Yoksa Tarih, toplumun ilgisi çekerek kendine çıkar sağlamak için mücevherler varındıran bir derya midir?
Fikri takip ve ilmi tecessüs ile ilmi disiplinin mücessem halidir bu makale.