Dünya kurulalı beri tarih nelere şahit oldu. Kim bilir diye sormayacağım. Zira cevabı basit. Sen, ben, biz, siz, onlar bilmezse de “kitap” bilir. O her şeyi kayıt altına alır ve zamanı gelince hepimize hatırlatır. Belki de bundan dolayıdır insanoğlundaki kitap düşmanlığı.
Nice kitaplar, kütüphaneler bundan dolayı telef edildi belki de. İskenderiye kütüphanesinin akıbeti hala meçhul. Moğollar çıktıkları coğrafyadan Bağdat’a gelinceye kadar “cengaver” diye anılırken, Bağdat’ta canavarlaşmaları asırların birikimi kitapları Dicle’ye döküp suyun rengini değiştirmelerinden değil miydi? Daha nice örnekler var tarihimizde. Nice insanlar yazdıkları kitaplarından dolayı yargılandılar, ölüme gittiler ve hala yargılanmıyorlar mı? Hani tarihimizdeki menfur hadiselerden bir tanesi de Medine ve Mekke’nin vehhabiler tarafından işgalinde, oradaki kitapların yağmalanıp, yasaklanmaları ve Müslümanlara sadece Kitabu’ş-Şubûhat okutma mecburiyeti getirmeleri değil mi?
Daha yakın tarihe gelelim, koca bir sultanı devirmek için “kitap yaktı” iddialarını fetvanın arasına sıkıştırmamız bile sözde kitap konusundaki hassasiyetimizi göstermiyor mu?
Gerçekten kitap konusunda hassasiyetimiz var mı? Ecdadın kütüphaneler kurup üzerinde “fihâ kütübun kayyime” ayetini kitabe olarak yerleştirmelerine ve hatta -kimsenin uğramadığı- Süleymaniye gibi dünyanın en zengin yazma koleksiyonuna bakarsak bir zamanlar hassas olduğumuz iddia edilebilir. Ama burada -benim anlatımımla- paylaşacağım hikayeden sonra siz karar verirsiniz hassasiyetimizin derecesine. Hani derler ya “Horasanda halı dokunur”, dokunur da enine mi boyuna mı?
Bir de tabi neden şimdi böyle bir yazıyı kaleme aldım diyenler olacak. Onlara da cevabım oldur ki, yaklaşan (belki de içinde olduğumuz) mübarek Kadir gecesinin kutsiyeti de “Kitap’tan” kaynaklanmıyor mu? Canım bilmeyenler de Kadir Suresi’ni bir zahmet okuyuversinler. Böyle bir geleneğe sahip bir toplumun ferdi olarak, kitap/kütüphane hikayemi anlatabileceğim en iyi zamanın bu olduğuna karar verdim. Ama bir şey daha var: Sarı zarf
Osmanlı’da pek çok özel ve vakıf kütüphaneleri vardı. Bir kısmı günümüze intikal etti, bir kısmı ise maalesef artık dünyanın çeşitli yerlerindeki kütüphanelere satıldı. Aracılık edenler de bizim cemiyette hep makbul adamlar olageldi. Tabii burada kimseyi zan altında bırakmayalım ama bilen zaten biliyor. Allah’tan bu koleksiyonlar son yıllarda dijitalleştirildi ve “online” hizmete sunuldu da asıl sahiplerinin pazarda kedinin ciğeri uzaktan seyrettiği gibi bu kitapları seyretme çilesi bitti. Ama gelin görün ki bu modern/medeni hizmet türü bile bizim kitaplara bir kere daha zarar verdi. Biliyorum hâlâ sadede gelemediğim için bana “amma da lafı uzatıyor” diye kızıyorsunuz. Ama bende tarihi hafızanızı ne kadar tahrik edersem işi daha iyi anlatacağım diye bir saplantı var; laf ondan uzuyor.
Hikayeme girmeden önce bir kere daha bilinenleri sorayım. Nice afetlerden, mesela Yıldız yağmasından kurtulan kitapları aynen muhafaza edebildik mi? Harf inkılabını kitap düşmanlığına çevirmedik mi? Nice kitaplar toprağa gömülmedi mi, bunu fırsata dönüştüren “kitap-kabızmalları (!)” olmadı mı? Neyse uzatmayalım. Tabi hâlâ hikayeyi okumaya tahammülünüz kaldı ise.
Hikayem 1990lı yıllara döner. O zamanlar Fındıkzade’de bir apartmanda kısa süre önce kurulan (gülmeyin şimdi de gelenek bazı yerlerde devam etmiyor mu) fakültemin dekanı ve değerli hocamız Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız’ın bütün rüyası aynı semtte boş bulunan eski Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu üniversiteye tahsis ettirerek fakülteyi oraya taşımaktı. Gösterdiği gayretlere yaşayan herkes şahittir, ayrıca merhum bunu anıları ile belgelemiştir. Ama bir türlü olmadı. Dönemin bürokrasisi “nuh dedi, peygamber demedi”. Ama değerli hocamız kararlı idi mutlaka bu girişimden bir sonuç almalı idi. Sonunda binayı alamadı ama daha önemli bir sonuç aldı.
Okul atıl durumdaydı ama Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal eden -muhtemelen harf inkılabı sırasında gözden kaçmış- en önemli kurumsal kütüphaneye sahipti: On binlerce Osmanlıca ve Fransızca kitaptan oluşan bir koleksiyon; nadir yazma eserler ve basmalar da cabası.
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız bu kütüphaneyi kendi fakültesine taşımayı başardı. Tabii ki kitapları depodan yeni yerine taşımak da biz asistanlara düştü. Zor bir işti ama helali hoş olsun. Hayatımda hiç böyle bir kitap deryasında yüzmemiştim. Artık bu kitaplar hem araştırmalarımıza ve hem de övüncümüze kaynaklık ederken iki kere daha taşınarak fakültemin kitaplığındaki yerini aldı.
Asıl sorunlar da bundan sonra başladı. Önce memur bulunamadı. Daha doğrusu fakültenin kütüphane memuru umumi kütüphaneye nakledildi. Sonra mekan ile ilgili sorunlar yaşandı. Ama bir şekilde idarenin tedbirleri ile burası bir araştırma kütüphanesi olarak hizmet verdi. Tabii kütüphaneyi şahsi malı gibi kullanan bazıları istisna edilirse her şey yolunda devam etti denilebilir. Sonra mı ne oldu?
Dijital kopyalama merakı mı başka bir merak mı nedir bilinmez, kütüphanenin üstünde kara bulutlar dolaşmaya başladı. Nitekim bir gün fakülteye gittiğimde kütüphanenin yerinde yeller estiğini görünce şaşkınlık ve kızgınlıkla dönemin dekanının makamına daldım. “Kütüphaneye ne oldu?” demememle birlikte o da, “vallahi bana da sormadılar… kısa süre önce değişen yönetim (rektör ve rektör yardımcılıklarını kastederek) bütün fakülte kitaplıklarını merkezî kütüphaneye taşıyoruz diyerek buradan aldı” demesin mi? Eh ağlar, mısın güler misin? Ama neticede o gün rektörlükte bu işten sorumlu rektör yardımcısının “kitap/kütüphane” konusunda uzman olduğunu hatırlayarak, “hayırlı bir iş yapıyordur herhalde” diyerek teselli buldum. Zaten “profesör olduktan sonra kitaba ne ihtiyacımız var, gençler de varsın birkaç adım fazla yapıp merkezi kütüphaneden istifade etsin” diyen benim gibi niceleri vardı fakültede ve kimsenin gıkı bile çıkmadı. Ama düşündüğüm gibi olmadı.
Peki sonra mı ne oldu? Hikaye uzun ama bir süre sonra kitapların meşhur ve meşhur olmayan sahaflarda dolaştığını öğrenip peşine düştüm ve ben de satın aldırdım. Derhal teşebbüse geçtim. İlgililere başvurdum, sorumluların tespitini istedim, olayın soruşturulmasını talep ettim. Tabii ki meratib-i silsileyi atlamadan, usul hatası yapmadan; “sonra ne derler?” diyerek. Hikayenin detaylarını anlatırsan “roman olur” derler ya onun gibi bir şey. Tabii her mertebede biraz bekleyen yazılar nihayet bir yumak oldu ve Hukuk Fakültesi’nde bir Profesörün odasından zuhur etti. Anlayacağınız uzun zaman sonra bir soruşturmacı tayin ettiler. Soruşturmacı geçen Ramazan sıcağında beni fakültedeki makamına davet etti ve sorguladı. Birden sanki olayın sanığı oluverdim. O da orada kanaatini izhar etti zaten. “Bu olayda gerçek failler görülmüyor hocam” dedi, yani bir şey çıkmaz boşuna “anlatma” dercesine. Hukuk diliyle “sanıksız bir davadan iş çıkmaz” diyordu.
Ama ben ısrarcı idim. Bu arada Üniversite yönetimi de değişmişti ve bana konuyu onlar da araştıracaklarını söylediler. Nihayet bir gün telefonum çaldı. Arayan yine hukuk fakültesinden başka bir öğretim üyesi idi. “Hocam bir dava konusunda ifadenize başvuracağız” diyerek randevu talep etti. Dava konusu gizlidir diye telefonda söylemedi ama anlamıştım kitapların başıma düşmesinden. Usulü bilmem, ben mi gitmem lazım, onlar mı gelmeli? Ama Allah için nazik arkadaşlardı ve nihayet benim çalışma ofisimde buluştuk. Bir öğretim üyesi bir de laptopu yanında asistanı… (Ama laptop iş görmeyince benim emektar masaüstüm devreye girecekti). Çay-kahve ve sonra e, buyurun dedim. Etrafa bakındılar, odanın başkalarından tahliyesini gözleri ile ima ettiler ve birkaç saat rahat çalışabilip çalışamayacaklarını sordular. Kendimi yıllardır okuduğu “mükaleme mazbataları”nın meydana geldiği mecliste sandım, ama Reisülküttap kim, elçi kim, tercüman kim? Hadi neyse bunlar ile zaten doktora öğrencilerimin beynini zorluyorum sizi de zorlamayalım.
Yeni soruşturmacılar “Hocam” diyerek önce yetki belgelerini gösterdiler. Bize tevdi edilen bu mesele çok önemli dediler, başkalarının da ifadesine baş vuracağız dediler, hatta laf arasında talebin YÖK’ten geldiğini de söylediler ama anlayamadım. Peki dedim ne var elinizde onu görelim. Aslında benim yazılardan ve eski ifadelerinden başka bir şey olmadığını tahmin ettiğim şeyler için “hocam dosya gizlidir size gösteremeyiz” diyerek sözü yine bana döndürdüler. Baştan bir kere daha anlattım bildiklerimi, “kitap kutsaldır ve emanettir her halükarda muhafaza edilmelidir, hangi gerekçeler ile olursa olsun (onları da yazmayayım) yetkililerin bunları koruması gerekirken, sahaflara kadar düşmesinin yanlışlığını ve yaşadıklarımı anlattım. Not aldılar, yazdılar, sözleri düzelttiler, bir de çıktısını alıp üzerinden geçtiler ve nihayet “oku bakalım” dediler. İşin sonunda “oku” olunca, kitap soruşturmasının bir kere daha hedefine ulaşacağı zannına vardım ve okudum. İmzaladım ve soruşturmacıları uğurladım.
Gel zaman, git zaman kulislerde ihbar eden durumundan adeta sanık durumuna düşmem mi konuşulmadı, amam hocam bu işlere de ne gerek var diyen mi çıkmadı. Tabii aynı ıstırabı duyup sadece benimle paylaşanlar da olmadı değil. Zaten bu arada neler olmadı ki? ORDAF’ın Ortadoğu Okulu’ndan öğrenciler sertifikalarını aldılar, beşi yüksek lisans biri doktora olmak üzere altı öğrencim mezun oldu, Irak’ta hükümet düştü, IŞİD belasının adı değişti, Suudi Arabistan Yemen’e savaş açtı, hatta nerede ise ABD-İran anlaştı dolaysıyla benim konum da unutuldu derken yeniden Ramazan geldi. Ve bana bir gün imza karşılığında bir “sarı zarf” tebliğ edildi. Vallahi bir jüri falan görevlendirmesidir diye aldım, ama sıkı sıkıya kapatılmıştı şaşırdım. Heyecanla açtığımda şahsıma hitaben dekanlıktan ve dekanlığa hitaben ve Sayın Rektörümden imzalı bir name olduğunu gördüm. Hızlıca okudum, zaten uzun da değildi. Hikaye özetlendikten sonra kısaca şunlar yazılıydı: “eylemin öğrenildiği tarih ile bugüne kadar geçen sürenin, disiplin yönetmenliğinin bilmem kaçıncı maddesine göre zaman aşımına uğradığından ceza verme yetkimiz de ortadan kalkmıştır”.
Tabii ki yönetime teşekkür ediyorum konuyu takip etmelerinde dolayı. Ayrıca bu takip sonunda benim “cezai ehliyetsizliğime” karar vermedikleri için Allah’a şükrediyorum.
Sonuç olarak kitapları satan da alan da kar etti. Sorumlular zaman aşamasından sıyırdı. Ben de zarar görmedim. Eh öyleyse bu yazıyı niye mi yazdım? İki sebepten: Kadir gecesi kitap okumayı hatırlatmak, bir de hepimiz zaman aşımına uğradığımızda geriden gelenlerin yeni sorular sorup kaybolmayacak kitaplar yazması için.
Bu vesile ile Kadir gecenizi ve Ramazan bayramınızı tebrik ediyorum.
Hocam, kütüphanenin gönderilmesiyle fakültenizin kurumsal yapısında oluşan kaybı tahmin etmek zor. Ayrıca dergi çıkarmıyoruz, kitap basmıyoruz, tek tesellimiz hocalarımızın başka yayınevlerinde basılmış kitaplarını vitrinlerde sergilemek. Giden kitapların maddi değeri ne kadardı dersiniz.
Son sorusturma surecinde faillerin tespit edilmis olmasi kuvvetle muhtemel. Mevzuat zaman asimi diyebilir ama failler ifşa edilirse muhtemel benzer olaylar icin bir nebze caydiricilik saglanmis olur.
Kütüphanenin kuruluş sürecine, Merhum Hakkı Hocanın olağanüstü çabalarına ve zengin, nadir eserlerin mevcudiyetine şahit olan birisi olarak gözümüzün önünde bu kütüphanenin yok edilişi, benim de fevkalade ızdırab duyduğum
vahim bir hadise. Hal ü pür
melalimizin feci bir örneği. Hakkı
Hocanın kemikleri sızlıyordur
şüphesiz.
Kitap, kütüphane bizim neyimize.
Üniversitelerimizin hali ortada.
“Zaman aşımı” garabetine
sığınılarak konu örtbas ediliyor!
Yazıklar olsun! Çalıp çırpanlar zil takıp oynuyordur herhalde.
Belki sonuç alırım ümidiyle verdiğiniz bu erdemli mücadelenizi kutluyorum.
Hocam çok acıklı bir hikaye gerçekten. Akademik camianın içinde Kitapların başına bunlar geliyorsa sokaktaki insana kitap sormaya gerek yok.
Gerçekten çok yazık.
Hocam yazınızı üzülerek okudum. Her ne kadar benim kast ettiğim mana da söylemese de aklıma Fuzuli’nin “İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak” dizeleri geldi aklıma. Kaleminize sağlık. Ellerinizden öperim.
Hocam o bahsettiğiniz binaya ziyaretinize gelmiştim. Bana necip Mahfuz’un bir romanını hediye etmiştiniz. Ben suçlu olabilir miyim? ☺
Tek kelime ile REZALET