Kesretinden kalmadı rağbet nişan-ı devlete
Bî-nişan olmak nişan-i iftiharımdır benim
Suphi Paşa
Suphi Paşa’nın (1818-1885) bu mısraları dillendirdiği zamanları biz tahassürle anarız çoğu kere. Oysa o, bu latîf, vecîz ama ağır ifadeleri kullanabiliyordu o devirler için. Ya, Paşa Hz. Nuh Nebi gibi uzun ömürlü olsaydı hiciv edebiyatımıza kim bilir ne güzellikler katardı?
Konumuz bu mısraların yazılmasına sebep olan nişan diyeyim ben, siz de unvan anlayın. Devlet-i Aliye-yi Osmaniye güçlü olduğu zamanlar haşmetini “adaleti temin ederek ve işi ehline vererek” gösterirken zaafa dûçar olunca bununla yetinemeyip başka araçlara da baş vurdu. Elbette nişan ya da madalya ile başarılı insanları taltif etmek bir zaaf göstergesi olmayıp, bilakis bir teşvik ve onurlandırma olmakla birlikte; bu gelenek maalesef tarihimizde bir felaket sonrası başlamıştı. İlk Osmanlı nişanı kabul edilen “Hilal Nişanı” III. Selim zamanında ihdas edilmişti. Gerekçesi çok belirgin olmasa da bu nişana ilk nail olanlar da Mısır’ın Fransızlar tarafından işgali akabinde zorunlu olarak ittifak kurulan İngiliz askeri kumandanlarıydı. Bunların en meşhur örneği de İngilizlerin ünlü deniz amirali Nelson idi ve ömrünün sonuna kadar hilal ve yıldızlı nişanı göğsünde taşımıştı. Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülmecid zamanında devam eden bu gelenek, yani nişan ile onurlandırma geleneği, Sultan II. Abdülhamid zamanında zirve yapmıştı. Hikayeden sıkıldınız belki ama lafı beklediğiniz yere getireceğim, durun hele. Sabırlı olun. Hem işin ucunda nişan var, unvan var.
O tarihlerde, hangi derecede olursa olsun bir Osmanlı nişanına sahip olmak pek çok kapıyı açıyordu. Zira bir manada hamil-i nişan saray nezdinde akredite edilmiş oluyordu. Hatta bazen yüksek bir makama gelmekten ise bir nişan elde etmek daha makbul sayılıyordu. Bunun için yerli yabancı herkes bir nişan peşine düşmüştü dense azdır. Pek çok devlet görevlerinde bulunmuş, II. Abdülhamid’in Nazırlıklarını deruhte etmiş ve iyi bir koleksiyoncu olması hasebi ile nişan gibi objeleri yakından tanımış olan Suphi Paşa’nın feryadı belki de bundan doğmuştu.
Sonradan gelenler ve günümüzdeki bir takım tarihçiler, II. Abdülhamid’in her konudaki bu “ihsan” politikasını eleştirirler. İlla da çeşitli isimler ile bol nişan dağıtmasını bir türlü hazmedemezler. Bazıları da bunu kaht-i rical devrinde iş gördürmek için önemli bir politika olarak görüp, esasında söylendiği kadar da kötü olmadığı iddiasındadırlar.
Aslında hiç kimse bu işte Sultan II. Abdülhamid’in değil, etrafında çöreklenmiş menfaatperest insanların parmağı olduğunu düşünmez bile. Tabii sonuçta “nişan beratları” onun tuğrası ile çıktığına göre sorumluluk ona aittir demek mümkün ise de ehl-i insafın bu meseleye biraz daha basiret ile bakması gerekmez mi? Padişah da olsan iyi niyetin istismar edilemez mi, yanlış bilgi ile yanlışa sürüklenmez mi insan? Neyse konumuz bu kadar acıklı bir psikolojik tahlil değil. Benim buradaki yazı üslubuma da uygun değil zaten. Ama bu meseleyi tavzihe yarayan trajikomik bir dizi olayları hatırlatıp hikayeyi okuyucuma yani sizlere tamamlatacağım.
Efendim, mezkûr nişanlar alınır, verilir, kapılara anahtar olur, yurt dışında Osmanlı devletinin işlerini takip etme imtiyazı sağlar, en önemlisi de devletin yüklü alımlarına aracılık etme imkanı sağlayınca rağbet edeni de bol olur. E tabii bunun saraydan yetiştirilmesi mümkün değil; bir sürü prosedürü var. Hem bir de “kuşkucu” olmakla şöhretli padişahın ikna edilmesi lazım. Bunu yapsan saraya yazık, yapmasan kuyrukta bekleyen bir sürü bilmem kime yazık.
Tabiat boşluk kaldırmaz kabilinden hemen bu konuyu gündemine alan, belgelere göre “sahtekarlar” ama onlara sorarsanız sarayın işini hafifleten yaverler danışmanlar türer. Ne mi yapıyorlar? Nişan ve beratın a’lâsını dağıtıyorlar.
Alan razı veren razı işler yürürken, 1903 yılında Paris’te bir gazetede yayımlanan ilanla hikaye başka bir şekil alır. Ali Nevres isminde biri gazeteye ilan vererek para karşılığında isteyenlere Osmanlı nişanı alabileceğini beyan ederek müşteri arar. İlk anda şaka gibi geliyor ama sıkı durun iş düşündüğünüzden de ciddi. Paris’teki Osmanlı elçisi 22 Haziran 1903 tarihinde durumu İstanbul’a bildirirken girişimlerini de anlatır. Gazete haberinden sonra elçi, Fransa dış işlerine müracaat ederek ilan sahibinin araştırılmasını talep eder. Yapılan tahkikatta o isim sahte çıkar ama işi yapanın Şahlup Aleksandr isimli bir Osmanlı vatandaşı olduğu anlaşılır. Hakkında soruşturmayı öğrenen bu “girişimci” vatan evladı Paris’ten derhal kaçar ve Kahire’ye gider. Yani Osmanlı baskısından kaçarak İngiliz adaletine sığınır. Anlayacağınız “yapanın yanında kâr kalır” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR MTV 686/102).
Tabi iş bununla bitmez, ekilen tohumlar yeşermiştir. Bu sefer de İstanbul’da bir nişan dağıtma şebekesi ortaya çıkar. Devletin resmi yazışmalarına göre Ian Bapista isimli birinin Greguar Karakaş isimli başka bir hamiyetperverin (!) teşviki ile Padişah adına nişan dağıttığı ortaya çıkar. Nitekim Stockholm elçiliğinden gelen yazılarda İsveç ve Norveç’te bunların dağıttıkları nişan ve beratların izlerine rastlandığı haberi verilir (HR MTV 686/103). Elçi Bey, bu şekilde nişan almış kişilerin bunları takıp “caka sattıklarını” ve hemen bu işin önlenmesini talep eder. Nitekim iş büyümüş nerede ise diplomatik bir skandala dönüşmüştür. İsveç makamları nişanların usulüne uygun verilmediği iddiasındadır (HR MTV 686/106). Neye yanasın, devletin itibarının bir kaç sahtekar yüzünden iki paralık edildiğine mi, II. Abdülhamid gibi bir sultanın tuğrasının sahtelerinin ortalıkta dolaşmasına mı?
İşin daha da vahimi Osmanlı Kopenhag başkonsolosunun gönderdiği bir yazıda ortaya çıkar. 4 Nisan 1904 tarihli yazısında başkonsolos “sahte nişan dağıtımı” meselesinin Avrupa gazetelerinde yer aldığını yazar. Konu muhtemelen bu nişanlardan birini elde eden varyete tiyatrosu koordinatörü Thomas S. Lorchen’in nişanının asıl beratını istemesi ile patlak vermiştir. Ne de olsa basın ile içli-dışlı olan bu “sanatçı”, sahtekarlardan da alsa, hakkı olan (!) nişanı göğsünde taşımak arzu ve iddiasındadır. Basının da hak kaybına uğrayan bu zatı korumaktır görevi elbette.
Bu arada bu konudaki hikaye ve araştırmalar büyür, yeni yeni haberler, belki senaryolar da yazılmaya başlanır. İstanbul’da isteyen zengin, tüccar veya subayların kolayca nişan elde edebildikleri basında yazılırken; bu işin arkasında da bir şebekenin var olduğu iddia edilir. İddialara göre bu şebeke, saray ile yakınlık kurmuş Servet gazetesinin sahibi (?) Tahir Bey (muhtemelen Malumatçı Tahir); sarayın yaverlerinden Mehmet Bey, Hariciye Nezaretinde iki memur ve Avukat Kristof isimlerinden oluşmaktadır. Hatta dönemin Avrupa basınına göre, bunlar tutuklanmış ve haksız kazanç ile elde ettikleri malları da müsadere edilmiştir.
Bu tutuklama işinin doğruluğunu tetkik edemedim, ama işin vahim ve büyük boyutta olduğu aşikardır (Malumatçı Mehmet Tahirin ise hapis cezası aldığını ve Sinop’a sürüldüğünü biliyoruz ki, belki bu durum ile izah edilebilir). Bu şebekenin Osmanlı devleti içinde ve Avrupa’da nişan-i Âl-i Osmani dağıttıkları devletin yazışmalarından anlaşılmaktadır. Bir de işin bedelinden söz edelim. Bu işe bulaşmış iki Fransız’ın iddiasına göre, nişan bedellerinin de 500 sterlinden başladığı anlaşılmaktadır.
Haberlerin çıkması, soruşturmaların yapılması bu işten çıkarı olanları telaşlandırmış ama geri adım attırmamıştı. Saraya yakın bazı zevatları devreye sokarak bu sefer de “belki de mağdur oldukları” gerekçesi ile o yüzsüzler hakiki berat teminine çalışırlar. Ehl-i na-hak, hak sahibi edilince cüretkar olur her zaman. Bunda da böyle oldu zaten. Artık ipin ucu kaçmıştır. Avusturya’dan da sahte nişan sahiplerinin haberleri bir bir gelmeye başlayınca Osmanlı Hariciyesi itibarını düzeltme arayışına girmiştir (HR MTV 686/, 106, 108, 109, 114). Bu kadar güçlü ve dirayetli bir sultanın zamanında olur mu bunlar diye sormayın. Maalesef her dönemde bulunur böyleleri. Tarih buna çare bulamamıştır. II. Abdülhamid bile kandırılmıştır.
Hikayenin devamı nasıl mi biter? Bu sorunun cevabı yeni araştırmalara muhtaç elbette. Ama koca Suphi Paşa daha bu durum ortaya çıkmadan önce dert yandığına göre siz varın sonrasını düşünün. Kaht-i rical devri demişler eskiler. Adam yokluğu ekmek, su yokluğuna benzemez. Olmadı mı olmaz. Felaket getirir. Elde olanı da yok eder maazallah.
Şimdi bunca güzellikler varken bu hikayeyi anlatmanın sırası mıydı diye soranlarınız da vardır. Gelecekte sebeb-i tahrir taharrisi ile uğraşacakların da hakkını yemeyelim, yazalım da bilsinler diyeceğim de. Ama ne var ki, kime meram anlatacağım. Hem kalp kırmak da yakışmaz insana. Zaten yok mu herkesin benzeri bir hikayesi. Oradan varsın çıkarsın kendi cevabını. Diğer taraftan ben bir tarihçi değil miyim anlatacağım elbette okuduğum belgeleri.
Ama mesele memleket olunca bu kadar da mülayemet olmaz. Demem o ki; aklımızı başımıza devşirelim. Kolayca dağıtılan sahte nişanlar, unvanlar, hak edilmemiş makamlar ve nihayet yetersiz danışmanlar hepimizin felaketi olur.
Hocam bu tarih denen devran hep aynı devran galiba.Güzel uslubunuzla ve arşiv kaynakları ile zevkle okunan bir yazı okuduk.Teşekkürler
Kıymetli hocam, ders alınacak bir araştırma ve yorum. Teşekkürler..Toplum olarak bilimsel tarih okuma, düşünme, dersler çıkarma kültürünü bir yerleştirebilsek…. Naçizane kanatimce o zaman çözüm bekleyen meseleleri çözecek insanları da doğru seçebilir, hataların tekerrüründen kurtulabiliriz.Saygılarımla…
Azizi meslektaşım,
Yoruma katılmamak mümkün değil. Çok ince bir üslupla paylaşmışsın araştırmanı, güzel olmuş. Hele bu devirde alınan çok olabilir. Bizim konumuz eğitim olduğuna göre, kendi gözlemlerimiz bile eğitim kalitemizin düştüğünü, akademik olarak hak etmeyenlere bol bol unvanlar verildiğini görüyoruz. Felakete gitmiyoruzdur diye ümit ederek günlerimizi geçiriyoruz. Aslında bence herkes konuşa-yaza bilse “bir dokun bin ah işit kase-i farfurdan” durumundayız.