Son günlerde siyaset sertleşti. Belli ki seçimler yaklaştıkça daha da sertleşecek. Milletvekilleri sağda solda “ben kimim biliyor musun?” diye nara atarken, parti başkanları bakanlara düello çağrısında bulunuyor. Yeni yetmeler korkuyor tabii. Kulaklarını tıkıyor, hatta buldukları ilk yere sığınmaya çalışıyorlar. Becerikli olduklarını düşünenler de güzelim Türkiye’me küsüp diyar-i ecnebiyeye yelken açıyorlar. İçerideki sığınmacı ve göçmenlere bu âl-i cenap ruhlu millettin gösterdiği ilginin başka memleketlerde kendilerine gösterileceğini sanıyorlar.
Evet çok merhaleler geçirdik, çok badireler atlattık, büyüktük, küçüldük, savaştık mağlup olduk sonra düştüğümüz yerden kalkıp yedi düvele biz hala varız dedik. Hızlıca yeni dünyaya uyum sağladık. Ama bir şeyi değiştiremedik. Milletten aldığımız gücü millete karşı kullanmaktan vazgeçemedik. Her seçim sonrası “milletin vekili” yerine “vekilin milletini” seçmekten bıkmadık.
Neyse ki asıl mevzu bu değil. Yoksa…
Alın size bir hikâye… Hikâye desem de hemen konusunu gerçek hayattan alan bir tahkiye anlamayın, basbayağı yaşanmış, arşiv belgelerine yansımış, kendi döneminde ses getirmiş bir hikâye.
***
Sert bir sonbahar günüydü. Poyraz olmasa kara kış olduğuna yemin etsek vebali olmazdı. Galata rıhtımı her zamankinden daha hareketliydi. Alman bandıralı bir gemi demir atmak için Devlet-i Aliye’nin en görkemli sahiline yanaşıyordu. Rüzgârın şiddetinden yalpalayan gemi karaya doğru mendireğe kıçtan pürmeçe çekerken, sahildeki kalabalıklar da rıhtıma doğru akıyordu. Sanki gemi birden duracak ve herkesi sevdiğine kavuşturacaktı. Oysa yolcuların karaya ayak basması için daha birkaç saat vardı. Gümrük memurları gemiye çıkacak, önce kaptanın kamarasında kahvelerini içecek, -belki ufak tefek hediyeler alacak- ardından aheste hareketler ile teftiş başlayacaktı. Kim geldi, kim ne getirdi vs derken yolcular neredeyse daha yarım gün gemi güvertesinde belli belirsiz sahildeki tanıdıklarına el sallayacaklardı.
Kalabalıktan birden bir ses yükseldi: “Allah hükümetinizin belasını versin..” Aslında pek çok şey daha söylemişti ama herkesin dikkatini bu bela okuma faslı çekmişti. Kalabalıklar karıştı, resmi ve sivil memurlar devreye girdi lakin sözün sahibini teskin etmek ne mümkün? Herkes -daha sonra- İstanbul Polis Müdürü’nün raporuna yansıyan “orta boylu, seyrek kamerî bıyıklı [hilal dese bari] buğday benizli, çiçek bozuğu” sesin sahibine bakıyordu. Ama ne bakış. Kızanlar, kendi kendine söylenenler ve “işte adamım tam da gönlümden geçeni söylemiş” diye içten içe sevinenler.
Derdi neydi, niye celallenmişti bu çiçek bozuğu suratlı beyefendi?
İş bu kadarla kalmadı. Kahramanlar devreye girdi, söz söze eklendi ve mesele karakola kadar uzandı. Ama karakol sert bir kayaya çarptığını anladı. Zira boyuna rağmen sportmen, bıyığına rağmen sert bakışlı, benzine rağmen gür sesli beyefendi konuyu dönemin Meclis Başkanlığına taşıyacak birisiydi. Ama hükümete bela okunan kısmı dışarıda bırakırsak, bu “vak’a-i adiyeyi”, bu ses yükseltmeyi İstanbul’un Polis Müdürü Mazhar Bey rapora dönüştürecek ve ondan önce Dahiliye Nazırı’na arz edecekti.
Buyurun ondan, yani resmi rapordan dinleyelim meseleyi:
“Mâh-i cârî’nin onbeşinci günü” diye başlayan rapor, aslında miladi 28 Ekim gününden bahsediyordu. “Trablusgarp’tan gelen Alman bandıralı Galata vapuru (bandırası o sıralarda dost olduğumuz Alman idi ama belli ki ismini İstanbul’dan almıştı) rıhtıma yanaşmak üzere iken, yolcuları karşılamaya gelenler arasında düzeni sağlamakla görevli memurlar, sahilde toplananları biraz geriye çekilmesi için uyarmışlardı.”
Malum bizde hala bu tür uyarılar hemen tesirli olmaz. Dur bakalım ne olacak dürtüsü ile iç ısrar yeni ihtarları davet eder. Nitekim Polis müdürünün raporuna göre “ilk ihtara kulak asmayan kalabalık, bu sefer deniz merkez memuru tarafından uyarıldı. [Halbuki deniz suyu sıksaydı belki daha etkili olurdu ya neyse]. İşte bu sırada “orta boylu, seyrek kameri bıyıklı buğday benizli, çiçek bozuğu” bir zatın bu memura hitaben -sanki Suriyeli göçmen görmüş gibi- şöyle bağırdığı duyuldu.
Beni buradan kaldıracak adamı gebertirim. Defolun buradan. Sizin hükümetinizin Allah belasını versin. İşte icraatınızla memleketi mahvettiniz
Haydaaa, iş nereden nereye vardı. Kolluk kuvvetleri vazifelerini yaparken, belki de itiş-kakıştan bazılarının denize düşmesini önlemeye çalışanlarken, beyefendinin sergilediği bu hiddet bu celal neyin sesiydi? Emir kulu olan kolluk kuvvetlerinin “hükümetin icraatı” ile ne alakası vardı?
Sor sorabildiğin kadar. Allahtan merhum Mazhar Bey bazı soruların cevabını veriyor Nazır’a gönderdiği raporunda ve diyor ki; “Memurlar ‘uygun bir dil ile’ (ben inandım (!) zira aynı dil bize de miras kaldı) kendisinden görevlerine müdahale etmemesini istedikleri zatın mebus olduğunu, yolcu karşılamaya gelen diğer insanlardan öğrendiler. Bunun üzerine daha fazla bir itina ile hüsn-i muamelede bulundular. Hatta Trablusgarp milletvekili olduğu anlaşılan Mahmud Naci Bey en öne buyur ederek halkın rıhtıma yanaşan geminin dibine kadar yaklaşmasına izin verdiler.
Yolcu karşılayanların önünde milletvekili olunca, devreye bu sefer daha rütbeli olan Galata Merkez Memuru girdi. Rapora göre, “o da bütün nezaketiyle düzeni sağlamak için kalabalığı uyarırken, yine Mahmud Naci Bey parladı. Haşa, “dinini, imanını.., pezevenk, deyyus alçak herif” kelimelerini de muhtevî galiz sözler kullanarak Arif Bey’in üzerine yürüdü. Allah’tan yanında bulunan bazı arkadaşları onu teskin etmeyi başardılar. Bu arada, -ne tesadüf- Beyazit Merkez Memuru Tevfik Bey de oradaydı.. Onun aracılığıyla kızgın adam gümrük kulübesine götürüldü ve hadise nihayet buldu. Mazhar Bey vekilin kulübeye davet edildiğini değil de, îsâl (ulaştırlmış) edilmiş olduğunu söylediğine göre bu iş de pek kolay olmadı anlaşılan.
Polis müdürü bu bilgileri verdikten sonra “ala melei’ n-nas” diyor, yani halkın önünde, zabıtaya karşı yapılan bu muameleyi, bu hakareti arz babında sunarken -tetkikatın devam ettiğini de ilave ederek dolaylı olarak milletvekili Mahmut Naci’den şikayetçi oluyor. Tabi raporunun etkili olması için de tahkir ve hakaret hatta olayın detaylarından önce hükümeti hedef alan bela okumasından bahsediyor.
Ee, bu kadarı da mı olmasın resmî belgenin dilinde?
İstanbul Polis Müdürü Mazhar Bey’e göre hadise aynen böyle cereyan etmiş ise de elbette tahlile ve biraz da deşilmeye muhtaçtır. Hele hikâyenin kahramanı Mahmut Naci Bey’in halet-i ruhiyesi merakı muciptir.
Ama kimdir Mahmut Nacı Bey? Önce buna bir bakalım isterseniz.
Resmi kayıtlara göre Hasan Ağa isimli bir tüccarın oğlu olarak 1863’te Trablusgarp’ta dünyaya gelmiştir. Kayıtlarda daha fazla bilgi olmasa da Hasan Ağa’nın Garpocağında hizmet etmiş eski bir levendin evladı veya bir kuloğlu olma ihtimali vardır. Yani Mahmut Naci ya bütünüyle veya bir tarafı ile kesinlikle Türk’tür. Zaten doğduğu şehirde ilk eğitimini aldıktan sonra ailesinin onu yerlilerin fazla rağbet etmedikleri Hums şehrindeki Rüşdiye’ye göndermesi de onun o sırada metbuu oldukları devlet ile ilişkisini göstermektedir. Rüştiyeden 1882 yılında pekiyi dereceyle mezun olan Mahmut Naci ertesi yıl Hums Sancağı Muhasebe Kalemi’nde memur olarak göreve başlamıştır. Yaklaşık üç yıl sonra terfi ederek aynı Sancağın İdare Meclisi Başkatipliğine getirilen genç adam burada farklı görevler yaptıktan sonra terfi edip Şubat 1905’te vilayet merkezine naklederek Tahrirat Kalemi (Yazı işleri) baş müsevvidliğine getirilince, istikbalin basamağına da adımını atmıştır. Malum, Trablusgarp İttihatçı memurların sürgün yeridir. Ve Sultan Abdülhamid de önemli ittihatçıları buraya sürgün etmiştir. Belli ki, o da bu öfkeli vatanperverlerin arasına girip ilk aşıyı almıştır. Nitekim II. Meşrutiyetin ilanı akabinde yapılan 1908 seçimlerinde de İttihatçıların Trablusgarp Mebusu olarak İstanbul’a gelmiştir.
Gerçi Beşiktaşlılar onu daha Jimnastik Kulübünün 1903 yılındaki ilk üyeleri arasında zikrederlerse de bu mesele onları ilgilendirir. Ama yine de benden söylemesi, Mahmud Naci ancak 1908 sonrasında onlara katılmıştır. Onlar için bir ipucu daha vereyim. Libya’da oldukça fazla taraftarları vardır. Hep merak etmişimdir niye acaba? Libya’dan önce Beşiktaş semtindeki Aşiret mektebine gelen öğrencilerin semte bağlılıklarında veya Kabataş Lisesi mezunu Libyalılardandır diye düşünürdüm. Ama belki de Mahmud Naci sayesindedir kim bilir? Tez yazan acemiler gibi konuyu mecrasından uzaklaştırdıksa da kusura bakmayın, Beşiktaşlıların hatırına “istirdat” sayın.
Neyse İttihatçılar safından Meclise giren kahramanımız hızlıca İstanbul’a uyum sağlar. Dış seyahatlerde bulunur. 1911 sonlarında Paris’te kurulu Uluslararası Tarih Akademisi fahri üyeliğine seçilir. Hülasa eski küçük memur hükümete bela okuyacak kadar büyür de büyür. Hayat hikayesi burada bitmez elbette ama uzatmamıza da gerek yoktur. Merak edenler gerisini öğrenir nasılsa. Biz gene takıldığımız şu “bela” mevzusundan devam edelim.
Olayın ay ve gününü söylemiştim, ama belgenin adeta anahtarı olan yılını söylemedim. Yıl 1912.
Tam tamına 28 Ekim 1912.
Biraz tarih okuyanlar, hatta “resmi tarihtir yalan söyler” demeyip, İnkılap Tarihi dersini elli alacak kadar takip edenlerin zihninde bile canlanmış olmalıdır bu tarih. Bir yıl süren Trablusgarp Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti Afrika’daki son kalesini 17-18 Ekim 1912’de, yani olaydan tam on gün önce İtalyanlar ile yaptığı Uşi anlaşmasıyla terk etmek zorunda kalmıştı.
Osmanlı-İtalyan Savaşı başladıktan sonra, İstanbul’da meclis karıştı, çaresiz kalan Trablusgarp milletvekilleri -tam böyle olmasa da- İttihatçıları Trablusgarp’ı ihmal etmekle suçluyorlardı. Sinirler gerilmiş, fırka dağılmış, Meclis’in feshine gidilmiş ve yeniden seçimlere karar verilmiş ama bu feci sonla yüzleşmekten kurtulamamışlardı. Muhtemelen rıhtıma yaklaşmaya çalışan Alman bandıralı gemi de anlaşmadan sonra Trablusgarp’tan İstanbul’a gelen ilk gemiydi. Sadece İtalyan çizmesi altında yaşamak istemeyenleri değil, büyük bir hüznü, derdi, gam ve kasaveti hatta koca Devlet-i Aliye’nin kaderini taşıyordu.
Belli ki Mahmut Naci (Balkış) da rıhtımda yolcu veya belki doğduğu ama şimdi pasaportla gitmek zorunda kaldığı diyardan taze bir haber umuduyla rıhtımda bekliyordu. Hangi halet-i ruhiye içindeydi. Kendini esir alan hafakanların dışa vurması için küçük bir kıvılcıma ihtiyaç duyuyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Hüzünlüydü, çaresizdi. Zihninden geçen sorulara cevap bulamıyordu. En önemlisi acaba bir daha doğduğu diyara böyle bir vapura binip rahat bir şekilde gidebilecek miydi? Bunları düşünürken, birden rıhtımda düzeni sağlamaya çalışan memurun tiz sesi, uzun zamandır işbirliği yaptığı, desteklediği hükümete belalar okuması için ona peşrev olmuştu ve patlamıştı.
Yani kısaca, “her şey göründüğü” hele raporda nakledildiği gibi değildi. Siz anladınız, gerisini Beşiktaşlılar düşünsün vesselam.
***
Meraklılara son bir not: Dahiliye Nezareti, “hükümete bela okuma” notuyla aldığı şikâyeti, Meclis’in izni olmadan Mahmud Naci Bey için dava açmanın mümkün olmadığını söyleyerek geçiştirdi.
söz, çıktığı ağızın sahibinin makam ve konumuna göre ağırlık ve delil niteliği taşıdığından sonuçları da ona göre değerlendirilmelidir. Evrak ise hapishane gibi dar ve sığdır. içerdilerini içerse bile onları kapsayamaz.