-
Aklıma düştü birden desem yanlış olur. Aslında her zaman aklımda. Size de sorayım. Milli Mücadele olmasaydı ne olurdu?
Yıllardır ezberlediğimiz nakaratlar olurdu diye düşündüğünüzü hisseder gibiyim. Sadece dil kemiksiz değildir ya akıl, fikir ve düşünce, hele iz’an da kemiksizdir. Bu yüzden elbette verilecek cevaplar da türlü türlüdür.
Ama ben sorumu bir daha sorayım. Birinci Dünya Savaşı akabinde Anadolu’da başlayan Milli Mücadele “olmasaydı” ne olurdu? Biliyorum tarih öğrencilerim “olmasaydı” ifadesine takılıp bunun bir tarih sorusu olamayacağına karar vereceklerdir. Onlar da haklıdırlar. Ama yine de kemiksiz bir soru değil...
-
Son günlerde siyaset sertleşti. Belli ki seçimler yaklaştıkça daha da sertleşecek. Milletvekilleri sağda solda “ben kimim biliyor musun?” diye nara atarken, parti başkanları bakanlara düello çağrısında bulunuyor. Yeni yetmeler korkuyor tabii. Kulaklarını tıkıyor, hatta buldukları ilk yere sığınmaya çalışıyorlar. Becerikli olduklarını düşünenler de güzelim Türkiye’me küsüp diyar-i ecnebiyeye yelken açıyorlar. İçerideki sığınmacı ve göçmenlere bu âl-i cenap ruhlu millettin gösterdiği ilginin başka memleketlerde kendilerine gösterileceğini sanıyorlar.
Evet çok merhaleler geçirdik, çok badireler atlattık, büyüktük, küçüldük,...
-
Türkiye’de yirmili yaşlarını aşan hemen her erkeğin statüsü ne olursa olsun askerlik anıları vardır. Hatta bedelli askerlik yapanların bile askerlik şubesi anıları vardır. Genelde anlatıcının başarısı ve kahramanlığı ile sonuçlanan bu anılara ne kadar güvenilir bilinmez ama dinleyiciler üzerinde önemli etkilerinin olduğu muhakkak. Anlatılanlar ne olursa olsun aslında bu anılar uzun zamandan beri askeri kurumlara duyulan güvenin bir yansımasıdır da. Zira güvenilen kurumda bulunmuş olmak orada olumlu-olumsuz hatıralar yaşamak ve özellikle bir iş başarmış olmak adeta toplumsal bir terapi haline dönüşüyordu. Şimdi durum aynı mıdır bilmem...
-
Gelişen olaylar ve etrafında yaşananlar arasında bağ kuran insan mutsuzdur. Ama feylesoflar, hükemâ “düşünebilmeyi” insan olmanın temel şartı olarak belirlediğine göre bundan da kaçış yoktur. Buna bir de “zakire”yi yani “hatırlama gücünü” de ilave etmek yerinde olacaktır. Yani düşünerek mutsuz olacaksın, hatırlayarak da bunu katmerli hale getireceksin.
Belli ki bugün kalem (af edersiniz klavye) bizi mutsuzluk deryasında yüzdürecek. Varsın olsun işin ucunda -ölümden beter olsa da- “ölüm” yok ya.
Nereden başlasam, düşüncelerime tehacüm eden marazı fikirleri mi yoksa hatıraları mı öne çıkarsam? bilemiyorum. Birbirlerinin...
-
Mübarek Ramazan'da itâle-i lisan (dil uzatmak) etmek doğru değildir. On bir ay boyunca hak- nâ-hakk yere kullandığımız dilimize de oruç tutturmak gerekir. Yoksa mazallah “yevme lâ yenfau” da her şey ortaya dökülünce hesap vermek zor olur. Ramazan’ı “kalb-i selimi” sağlamanın vesilesi kılmak gerek deyip; bedenî oruçları zihnî oruçlara da tebdil gayesi güderken önümüze gündem düştü. İstersen konuşma. Bu sefer de konuşmadığın için mes’ul olursun yevm-i kıyamette.
Memleket sıkıntı içinde, önemli bir badireyi atlatmış. Bir kısım bedhâhların yüzünden asâkir-i memleket yani Ordumuz bir hayli yıprandı, güven kaybetti son bir...
-
Osmanlı bürokrasisine en uzun süre hizmet etmişlerden biridir Said Paşa (1838-1914). Yedi kere II. Abdülhamid’e, iki kere V. Mehmed Reşad’a sadrazamlık, Şura-yi Devlet ve Ayan reisliklerinde bulundu uzun hizmet yıllarında. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet idi. Çok okur, az söyler, yazdığında da hata etmezdi. Hele döneminde ayyuka çıkmış olan rüşvetten beri idi. O kadar ki, İbnü’l Emin’in bir bakraç yoğurdunu bile geri iade etmişti. Sadece Sultan Abdülhamid’in ihsan ve atiyyelerine açıktı. Hatta sanki bunu bir hak olarak da görmekteydi. Hem devrinde ve hem sonrasında bu özellikleri hep sitayişle anlatıldı. Dürüstlüğüne şahadet...
-
Eşyanın kaderi var mıdır? Varsın ehl-i Kelam tartışsın ve fakat ben kitapların bir kaderinin olduğuna kâniim. Tabii müellifin zihninde tebellür edip, söze ve yazıya dökülmesi aşamasına kadar ayrı bir kaderi; yazıya dökülmesinden sonra da ayrı bir kaderi olduğu muhakkak. Düşünsenize hiç kıyamadığınız o güzelim fikirleriniz ve düşünceleriniz, bir kalıba girince ilk işkenceye, ciltçinin eline geçince de ikinci işkenceye maruz kalır. Ama sabırlıdır, mütehammildir, zira o bir mahbûb, bir mahbûbedir okuyucusunun gönlünde ve en güzel şekliyle karşısına çıkmalıdır.
Bu aşk tek taraflı değildir. Okuyucu ve hele kütüphane oluşturma...
-
İnsan ihsanın kuludur derler. El-hak doğrudur. İnsan iyilik gördüğü yere meyleder, sevgi gösterir ve hatta itaat eder. Bazen o dereceye vardırır ki, ihsan gördüğü yere hata kondurmaz. Ama çoğu kere ihsanı kesildi mi birden huy değiştirir. Eski hamisini tanımaz, yeni liman aramaya başlar.
Bir bilgeye sormuşlar, Size en zor gelen nedir diye? O da cevap vermiş:
Uğrunda herkesi feda edip bir kişiyi dost edinmektir.
Peki demişler: En ağır, en kötü şey nedir?
Her şeyini onun için seferber ettiğin kişinin sana yüz çevirip onun için yaptıklarını inkar etmesidir.
Bu duruma en çok da zirveye ulaşanlar maruz kalır. Her şeyin bir zirvesi...
-
II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile ilgili yazım geniş bir ikbal buldu. Tabii bu ikbalde bir kısım okuyucularım memnuniyet bir kısmı da iğbirarını beyan ettiler. Yani hoşlananlar da oldu, hoşlanmayalar da. Bunu tabii görmek gerekiyor. Millete bir şey sunuyorsanız mutlak kabul görmesini veya tenkit edilmemesini bekleyemezsiniz. Bugünkü yazımın konusu bu tartışmaları yapmak ve tenkit edenlere reddiye yazmak değildir. Bu konudaki hakkımı mahfuz tutarak başka bir sorunun cevabını aramak istiyorum.
II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi hadisesi tarih ilmi nokta-i nazarından bu kadar açık iken, -onun sevenleri dahil- hemen herkesin kafasında hâlâ...
-
Binlerce defa sorulup bir o kadar da cevaplanmış olan başlıktaki sorunun bir kere daha sorulması abesle iştigaldir belki. Zira buna peşin bir cevabımız vardır: II. Abdülhamid’i özene bezene açtığı modern eğitim kurumlarından mezun ederek yine gözü gibi sakındığı 3. orduya mensup İttihatçı subaylar tahttan indirmiştir. Hem zaten Abdülaziz’i de onların hayranı oldukları, Yeni Osmanlılar tahttan indirmemişler miydi? Zaten fiili durum da bunu açıkça göstermiyor muydu? Ünlü İttihatçı Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki “hareket ordusu” Selanik’ten İstanbul’a gelerek duruma “va’z-i yed” edip Ayasofya civarında II....