Yükleniyor

Blog

Çeşitleme: Üniversite Tercihleri, Diplomasi, Arapça, Özgüven ve Kariyer

20.08.2017

Gelişen olaylar ve etrafında yaşananlar arasında bağ kuran insan mutsuzdur. Ama feylesoflar, hükemâ “düşünebilmeyi” insan olmanın temel şartı olarak belirlediğine göre bundan da kaçış yoktur. Buna bir de “zakire”yi yani “hatırlama gücünü” de ilave etmek yerinde olacaktır. Yani düşünerek mutsuz olacaksın, hatırlayarak da bunu katmerli hale getireceksin.

Belli ki bugün kalem (af edersiniz klavye) bizi mutsuzluk deryasında yüzdürecek. Varsın olsun işin ucunda -ölümden beter olsa da- “ölüm” yok ya.

Nereden başlasam, düşüncelerime tehacüm eden marazı fikirleri mi yoksa hatıraları mı öne çıkarsam? bilemiyorum. Birbirlerinin gıdası değil mi bunlar? Öyleyse birbirine geçmiş  bu iki hasletten de yararlanmanın ne zararı var.

Maksadım çok yakında başımdan geçen bir hatırayı değerlendirmek idi üniversitelerin yaşadığı sizce de malum olan tercih hüsranından sonra. Zira yeni yetme gençler hayli sarsmış bizi ve sistemi. Burnundan kıl aldırmayan üniversitelere “istemiyorum, başınıza çalın tercih formlarınızı“ dediler…

Devletlüler kendilerince tefsir ettiler yaşananları, olmadı ettirdiler. Belli ki bir hayli zaman alacak bu sadmenin tesirleri. Tıpkı benim ve arkadaşlarımın Yüksek Lisans kabulü sırasında farklı üniversitelerden gelen adayların cevaplarında yaşadığım(ız) sadmeler gibi. Eh artık, konuya girmek, düşüncelerimi paylaşmak istiyorum ama ne çare? Sorgulayan daha eski hatıralar öne çıkıyor “bizi, bizi anlat önce” diye.

29 Ekim 1987’de Kahire’de gurup vakti tamamlanmış, o iklimde günün en güzel anı girmişti. Mısır’ın ve pek çok ülkenin hayat kaynağı olan Nil kenarında Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu muhteşem büyükelçilik binasının bahçesindeydik. Kalabalık bir davetli gurubu ile beraberdik. Bakanlar, siyasetçiler, yabancı misyon şefleri ve kançılaryası, Kahire’nin eşrafı ve ayanı. Orada Mübarek, burada da daha mübarek Demirel asırlarındayız. Karşılıklı iltifatlar çağındayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü resepsiyonu yapılıyordu, kim gelmez ki?  Mekan güzel, Kahire’nin parlak ışıklarına karışan belli belirsiz yıldızların altında ikram şahane. Öbek öbek ama sıradan olmayan insanlar kendi aralarında sohbet ediyorlar T.C. Büyükelçiliği bahçesinde içerken ve atıştırırken. Davetiyede de zaten “Garden Party” yazıyordu hatırladığım kadarıyla veya fiilen öyle olmuştu. Hâlâ da öyle değil mi?

Türk davetli mi dediniz? Ben ve benim gibi bir iki kişi var ya. Evet, Kahire’de o zaman bir hayli Türk öğrenci vardı ama çoğu Ezher’de okudukları için elçilik onlardan korkuyor ve etrafına yaklaştırmıyordu. Bana gelince, ben Kahire Üniversitesi’nde zararsız, genç bir “araştırmacı” sayılırdım. Aslında işin doğrusu biraz da mesleki dayanışma gösteren elçilik müsteşarımızın özel ihtimamı ile oradaydım. Daha sonra büyükelçi de olan o müsteşarımız benim tarihçiliği seçmemde önemli rolü olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” eserinin yazarı merhum Köprülü’nün ailesinden idi ve kendisi de o sıralarda “siyasi tarih” alanında doçentliğe hazırlanıyordu.

Sadede gelelim.. Ama ah şu zâkirem rahat bıraksa.

Türkiye’de Başbakan Turgut Özal ve Dışişleri bakanı Mesut Yılmaz’ın o sıralarda bambaşka dertleri vardı. Türkiye’nin “komşusu” “turandaş”, ama daha da önemlisi beş yüz yıllık tarih ortağımız olan Bulgaristan’ın başbakanı Jivkov denen “herif-i nâ-şerîf “orada yaşayan Müslüman Türkleri “asimile” etmeye ahdetti. İsimlerini, dinlerini değiştirmeye zorluyor, hatta ölülerine bile müdahale ediyordu. Henüz Turgut Özal Cumhurbaşkanı olmamış ve mağdur Müslüman Türklere Türkiye’nin kapısı açılmamıştı ama büyük bir diplomasi savaşı veriliyordu. Allah için sonradan -bana göre- devlet adamlığında inhiraf etse de o zaman Dışişleri bakanı olarak bu meseleyi anlatmak adına büyük bir diploması mücadelesi veriyordu Mesut Yılmaz.

Daha da acı olanı ise burada Müslümanlar zulme uğrarken sorunun Müslüman ülkelere anlatılamamasıydı. Veya anlamak istememeleriydi. Başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere hiç bir Arap ülkesinden örtülü olmayan tam bir destek gelmemişti. Bulgaristan gerçekten bu kadar güçlü mü idi? O günleri hatırlayanlar bilir ki zinhar hayır. Üstelik Doğu Bloku da çatırdıyordu? Ben ve bazı arkadaşlarım Üniversite koridorlarında bu durumu anlamak için kafa çatlatıyorduk. Konuştuğumuz akademisyenler ülkelerindeki resmi görüşü tekrarlıyorlardı. Nasıl olur bu diyordum kendi kendime. Biz Müslüman, bunlar Müslüman ülkeler ve orada açık bir insan hakkı ihlali var. Niye anlamıyorlar? Elbette onların da başta bizim “laik ülke iddiamız” olmak üzere bir çok “mantıklı” cevapları vardı. Artık bunlar da kenarda dursun konuya daha doğrusu “Garden Party”ye dönelim.

Bir kenarda bir kaç Arap davetli ile uzun zamandır hasret kaldığım lezîz Türk mutfağı ürünlerini tadarken, şiir sohbeti yapıyorduk. İmrü’l Kays’tan başladı biri diğeri Mütenebbî ile tamamladı. Ben de Fuzuli’den kırık dökük tercümeler yapıyordum. Oysa O büyük şairin Arapça divanı vardı ve hiç görmemiştim. Bugüne kadar da da Türkiye’de bu divan ile ilgilenenin olduğunu duymadım.

Ne kadar çok işimiz var aman Ya Rabbim!

Bir kulağım da arka öbekte süren hararetli tartışmada idi. Arapça ama alışılmadık bir şekilde fasih Arapça ile bir tartışma sürüyordu. Dikkat kesildim. Konu Bulgaristan’daki zulüm meselesi idi. Daha doğrusu orada Türk mü, Bulgar Müslümanı mı, Bulgar vatandaşı mı oldukları tartışılıyordu. Yaşanan haksızlık ve insan hakları kimsenin umurunda değildi. Dayanamadım, etrafımdakilerden izin alarak o guruba yaklaştım. Uzun boylu esmere çalan yüzü ile bir şahıs hayranlıkla dinleniyordu. Çok düzgün ve fasih Arapça ile konuşuyordu. Çok nadiren Irak lehçesinden ödünç kelimeler de araya giriyordu. İfade ve üslup ikna edici idi ve herkes onaylıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin bahçesinde, kendi mülk-i ismetinde Bulgaristan tezlerinin doğruluğunu anlatıyordu. Etrafa bakındım ona cevap verecek kimse yoktu. Zaten Arapça bilen Türk davetli olmadığı gibi büyükelçilikte de Arapça bilenler yoktu. İş başa düşmüştü. Ama karar veremiyordum, çocukluğumdaki İsmet hocamın telaffuzu mu yoksa son zamanlarda taklit etmeye başladığım Mısır ammicesi ile mi söze girmeliydim. Öbek belli ki farklı Arap ülkelerinin misyon şefleri idi ama etraflarında da birçok Mısırlı davetli vardı.  Tercihimi Mısır lehçesinden yana kullanarak, söze giriş için etkili bir “mealeş” (bu kelime Mısır’da her kapıyı açar,  burada kastım affedersiniz idi) ile, beyefendinin anlattıklarının aksini duymak ister misiniz? dedim. Zaten söze girmiştim. Yaşanan şoka aldırmadım ve zihnime hücum eden en iyi kelimelerle ama kırık bir “Mısır ammicesi” ile Türkiye’nin -benim de aslında fazla bilmediğim- tezini anlattım bir solukta. Belki kimse ikna olmadı ama, maksat hasıl oldu. Konu hatta gurup dağıldı, herkes kendine sohbet edeceği belki yeni ikramlar bulacağı başka bir öbek aramaya gitti.

Ben de kendime başka birilerini aramaya koyuldum. Bahçe büyük olsa da bir tur attıktan sonra yine ilk karşılaştıklarınızı bulabiliyorsunuz. Gözüm hep o anlatıcıda idi. Zaten boyu da kendini ele veriyordu. Üzerindeki atıştırmalıkların bitmekte olduğu uzun ayaklı sehpanın başından ayrılmadan yanına koştum. Önce çekingen bir tavırla birbirimizi yeniden selamladık. Bana biraz iltifat etti her nedense? Hangi Arap ülkesinden olduğunu sordum. Güldü ve kısmen gururlu, kısmen de müstehzi bir edayla: “Bulgaristan” dedi. İşte ilk sadmeyi aldım, ikinci darbenin nerden geleceğini düşünürken toparlandım. “Ama çok güzel Arapça konuşuyorsunuz, sizin kimse Arap olmadığınızı iddia edemez” derken, içimden de “kendi toprağımızda düştüğümüz hale bak. Adamlar burada Türk mutfağını tadarken Bulgaristan propagandası yapabiliyorsa Ankara ne yapsın?” diyordum. Adam çoktan Türkçeye geçmişti ama ben hala şoktan Arapça konuşmaya çalışıyordum. Birden irkildim. Türkçesinin de güzel olduğunu fark edince, biraz daha yakınlık peyda oldu. Kimsiniz a kuzum? demeden, Bulgaristan Kültür ataşesi olduğunu öğrendim. Olmadı, diplomat olmadan önce Bulgaristan komünist partisinin yönlendirmesi ile önce Irak’ta dil eğitimi aldığını, Irak’a giderken Türkiye yolunu kullandığını bu şekilde de Türkçeye başladığını, sonra buraya atandığını da öğrendim. Hikayesi burayı ilgilendirmeyecek kadar uzun.

Ama bana bizim Arap ülkelerine niye derdimizi anlatamadığımızın cevabını vermişti bu bir saat içinde yaşadıklarım. “O zaman” hiç bir diplomatımız, siyasimiz ve pazarlıkçımız Arapça bilmediği gibi, “laiklikten ödün vermemek“ adına da bu dili asla öğrenmemeyi yeğliyorlardı. Hoş sistem de buna müsait idi. İngilizce veya hariciyemizde ölmeye başlamış olan Fransızca ile Araplara Bulgaristan meselesini veya başka bir meseleyi anlatamazdınız.

“O zaman” dedim, ya şimdi, yani aradan geçen çeyrek asırdan fazla bir süreden sonra durum nedir? Hariciye ile ilgili fikir ve düşüncelerimizi şimdilik saklı tutalım. Zülf-i yâre dokunmayı da. Ama bu yılki Üniversite fecaatını da hatırlayarak biraz da –iğne yetmez ya-, çuvaldızı kendimize batıralım. Zaten işin başından beri bu yazının konusu da bu değil mi idi?

FSMVÜ Edebiyat Fakültesi gerçekten gıpta edilecek bir mekanda. Atik Valide külliyesinde. Öğrenci olmak imkanı olsaydı orada okumak isterdim. Ama hoca olmak nasip olmuş o muhteşem mekana. Küçük ve samimi bahçemiz şimdi çok sakin, ama eğitim-öğretim yılı içinde adeta bal biriktiren bir arı kovanı.

Geçenlerde hikmeti ilham eden sütunlu bahçeden odama geçiyordum. Bir genç mütebessim bir ifade ile ama hızlı bir şekilde selam vererek yanımda geçti. Vak’a-yı adiyedendir. Aldıracak bir şey yok tabii. Ama biraz sonra aynı genç odama büyük bir tevehhürle girdi ve oda arkadaşım olan bir hocamızı sordu. Zaten hocamız yoktu ve bulamayacaktı da. Bunu ifadeye çalışırken bana meş’um soruyu sordu: “Beni tanıdınız mı?” meş’um diyorum. Zira yüzlerce öğrenci mezun etmiş her hocanın hep karşılaştığı ve cevap vermekte zorlandığı bir soru. Muhtemelen bu soruyu eski bir öğrenciniz soruyor ve siz artık düzeni kaybetmiş, arşivlemeyi bırakmış hafızanızın içinden onu bulmaya, çıkarmaya çalışıyorsunuz. O ise aceleci veya biricik olduğunu düşünüyor ve sohbetin kalitesi değişiyor. Ama benim durumum o anda daha vahimdi. Zira biraz önce selamlaşmıştık, siması yabancı değildi artık ama.  Eğer sorunun sahibi yeni bitirdiğimiz dönemdeki öğrencilerimizden ise hafızamı hiç affetmeyeceğimi gösteren bir halet-i ruhiye ile cevap ararken o çoktan masamın önündeki sandalyeye kurulmuş anlatıyordu.

“Ben bir kaç gün önce Yüksek Lisans sınavına giren öğrencilerdenim” dediğinde rahatlamıştım. Hafızam ile hesaplaşmayı bıraktım, daha müşfik ve misafirperver bir tavır takındım. O devam ediyordu. “Genellikle kolay hatırlanan bir tipim var, farklı kıyafetlerim var” diyordu. Özgüveni müthiş bir aday ile karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bu tür gençlere ihtiyacımız olduğunu her yerde ve her mahfilde söylerim. Ama bu tür ziyaretler sınavdan önce yapılır, sınav sonrası niye yapıldı diye düşünürken o devam ediyordu:

“Sınavda konuşamadım şimdi konuşmaya geldim” dediğinde içimden derin bir “eyvah” çektim.  Devam etti: “Bana sınavda sorduğunuz sorunun konumuz ve alanımız ile alakalı değildi. Jüriyi yanlış yönlendirdiniz ve ben cevap veremedim”. Tekrar hafızam ile mücadeleye başladım. Kimdi, ne sormuştuk? Öyle ya 50’ye yakın adayı mülakata almış ve her birine beş-on dakikalık bir zaman diliminde bir kaç soru yöneltmiştik. İkişer sorudan olsa yüz soruyu hatırlamak gerekiyordu o anda. Ne sorduk da cevap veremedin diye soramadan, zaten hazırlanarak gelen o pırıl pırıl genç: Ben Arap Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Tarihten Yüksek lisans sınavına girmiştim diye devam edince, hafızam hizaya geldi ve arşive kaldırdığı dosyayı yukarı çekti.

-Bana Bakillanî’den klasik bir metin okuttunuz. Malum biz Arap dilinde daha çok modern Arapça öğreniyoruz. Oysa ne Bakillanî (öl. hicri 403) ve ne de metin bu sınavın konusu değildi, dediğinde tansiyonum yükselmeye başladı ama yılların birikimi ile kendimi teskin ettim. Zira ünlü Eş’arî kelamcısı ve Malikî aliminin adını en son ne zaman andığımı hatırlamıyordum. Ama belki çeyrek asır olmuştu.  Yani sınavda değil. Hemen hafızamın sunduğu dosyayı açtım ve mülakatı hatırladım.

Aday mezun olduğu fakülteyi söyleyince, heveslendim, Arapçayı bilen bir yakın dönem tarihçisi adayı vardı karşımızda ve bu bizi mutlu etmişti. Bulgaristan’dan bile çok daha geç kalmıştık ama nereden başlasak kar idi diyerek gözlerimizle anlaştık değerlendirme hey’etimiz ile. Ama aday da bunu bize ispat etmeliydi. Masanın üstünde Ürdün’de yayımlanmış olan yeni bir kitap vardı. Bir sahifesini açarak bir kaç satır okuyup tercüme etmesini istedik. Hem kullanacağı kaynak dili bilgisini ölçecek ve hem de adayı kendi alanından sorgulayarak daha kolay bir mülakat yapacaktık. Peki ne mi oldu?

İlk iki satırı çok kötü olmasa da okuyabilmişti. Ama bir kelimede takılıp kaldı. Bir türlü okuyamadı. Kalkıp bakınca Arapça imlası ile yazılmış olan “Brockelmann” olduğunu gördüm ve ben okuyarak devam etmesini sağladım. Zaten bu isimleri Arapça imla ile yazmak hep bir beladır. Yazması bir dert, okuması bir başka dert. Kitap, ondan Türk tarihi hakkında bir alıntı yapmıştı. Bu sefer de adaydan tercüme talep ettik ama nafile. Dört yıllık belki de daha fazla Arap Dili ve Edebiyatı mezunu aday mücessem bir şekilde karşımızdaydı ama natıkası tutulmuştu. Heyecandır, diyerek üzerinde durmadık. Ama okuyamamış olsa da Arap Dili ve Edebiyatı mezunu Ortadoğu araştırmaları yapmak isteyen bir adayın mutlaka o ismi duyduğunu varsayarak Brockelmann ve Fuad Sezgin’in çalışmalarından bahsetmesini istedik.  Hüsrana uğradık. Arap Dili ve Edebiyatı Tarihi dersleri de alan aday/lar Brockelmann’ı duymamıştı. Fuad Sezgin ise yerli bir isimden başka bir şeyler çağrıştırmıyordu.

İşin daha da tuhafı bu sınavdan etkilenen genç hâlâ kendisine ne sorulduğunu bilmiyordu. Önüne Bakillanî’den klasik bir metin konulduğunu düşünüyordu. Belki de sınav sonrası konuştuğu hocalarının hatırladığı “B” harfinden hareketle sorunun Bakillanî olabileceğini söyleyip onu yönlendirmişlerdi. Ne de olsa Arapça bir metin idi ve bir “gavurun” adı geçecek değildi ya. Benim verecek cevabım kalmamıştı. O ise hâlâ programa girmesinin hiç önemli olmadığını ama o gün konuşamadığından bunları yüzümüze söylemek için geldiğini, koridora da taşıdığı sözleriyle söyleyip mekanı terk etmişti çoktan.

Şimdi neye üzülsem bilemiyorum.. Emanet aldığımız genç beyinleri  mankurtlaştırdığımıza mı, sahte özgüven verdiğimize mi, hangi birine üzüleyim?

Üniversitelerimiz niye tercih edilmiyor, niye dil öğretemiyoruz, niye diplomasinin gereği olan dilleri kullanamıyoruz? Ama en önemlisi bize sunulan bunca imkana ve geçen bunca zamana rağmen niye yapamıyoruz? Her zaman olduğu gibi cevapları siz bulun ve yazıyı tamamlayın sevgili okuyucularım.

Yorum Yaz

  1. Hocam çok önemli konuları ele almışsınız elinize saglık. Nasıl çözüm bulunur bilemiyorum. Ama diģer üniversitelerde de benzer durumlar var.

  2. Ne Arab’ın yüzü ne Şam ‘ın şekeri lafları ile beyinlere operasyon yapılan ülkedeyiz. Maalesef ifrat tefrit durumları.Aklımıza kilit vurmaya çalışıyor birileri hep.Sanırım Araplar da bizden nefret ettiriliyorlar.Daha çok Arap turist gelsin valla,kızmayacağım adamlara.Ne mutlu aklını kullanana!

  3. Sayın Hocam, belki bu sorunun cevabını El-cezire kanalını aralıksız 2 ay izleyeren birisi olarak diyebilirim ki bizim bu coğrafyada olduğumzu bu şekilde anlatan hiç medyamız dahi yok, zira biz onlarla beraber hisssetmiyoruz, yaşamıyoruz, ülkemize gelen arapça konuşanlar bizim gözümüzde turist yani yabancı, onlarla hissetmeyen yaşamayan hatta onlara pek ihtiyacı olduğunu düşünmeyen zira eğitim sisiteminden tut tüm sisitem batılı olunca oun dilinin etkinliğini her yerde görüyoruz, bize çağrışım yapan onlarca kelimesi var, arapçayı dünyamıza taşımaya belki onların yaşadığı yerleri arabi harflerle ulusal medyada yayınlamak ile başlayarak bir farkındalık oluşturabiliriz diye düşünüyor, sizin önceki yıllarda ortadoğu’dan doktara dersi öğrenciniz olduğumu belirterek saygılar sunuyorum.

Blog

Kategoriler