İslam aleminin manevi iklimi ve klasik tabirle on bir ayın sultanı Ramazan için çok şeyler yazıldı geçmişte ve günümüzde. Halen de yazılmaya devam ediliyor. Bunların bir bölümü kuşkusuz ibadet yönünü ele alan yazılar. Fıkhı ilgilendirir özel bir uzmanlık gerektirir. Diğer bölümü ise bu ibadetin toplumsal hayata yansımasını tasvir eder. Nasıl bir atmosfer yarattığından bahseder nesri ile nazmı ile. Dolayısıyla yeni ne yazılabilir diye sormak hakkınız elbette. Ama ben okudukça aklıma gelen şeyleri paylaşmadan edemiyorum. Hele merhum Orhan Şaik Gökyay’ın deyimiyle “destursuz bağa girenler”i ve halk deyimiyle “köyde değneksiz gezenleri” görünce dayanamıyorum. Koca koca ilahiyatçılar, tarihçiler, onların müsveddeleri, medyanın konuk uleması ve hatta beşik takımı, pazarlamacılar, işletmeciler ve bilumum ehl-i zebân tahayyül ettikleri ama gerçekte kaynaklarda zikredilmeyen, aslında yaşanmamış ramazanları servis ediyorlar. Hele hele Gugıl Paşa’dan menkul bilgi kırıntılarından soru hazırlayıp teşne tutan alımlı ve yakışıklı sunucular karşısında “… ha o mu evet …” diyerek, o anda aklına gelenleri sayanları gördükçe insanın utanası geliyor. Ama “ar” etmemeye de alıştırdılar.
Ramazanları anlatanların bir üslubu vardı ve önemli bir boşluğu dolduruyorlardı. Fakih usulünce ibadeti anlatır, “orucun sıhhat” ile ilişkisini kurmaya çalışmaz, bırakın işe tıbbı karıştırmayı, sosyolojik değerlendirmelerden bile uzak dururdu. Sosyal hayata yansımalarını anlatmayı edipler üstlenmişlerdi. Hatta o kadar itinalı ve usturuplu bir tarz ortaya koymuşlardı ki, edebiyatımızda çeşitli formlarda olan Ramazaniyye veya Ramazannâme diye bir tür oluşturmuşlardı. Ramazanın başından sonuna kadar tasvir ettikleri o Sultan’ın cilveli bütün yönlerini nazıma dökmüşlerdi. En azından 15. Yüzyıldan itibaren alıştığımız bu türlere de baktığımızda bugün anlatılan Ramazanları görmek ne mümkün?
Peki nerden çıkıyor bu hezeyanlar?
Aslında sadece Ramazan değil, hemen her alanda eski üzerinden yeni bir şeyi pazarlama taktiği geliştirdi toplumumuz. Tarihimiz elbette ihtişamı ile anılmalı, ondan ilham alınmalı ve sürekli yad edilmelidir. Kimine ibret, kimine ders ama hepimize kendimizi yeniden inşa fikri vermelidir tarih. Ama kötü aşçısının elinden çıkmış yemeklerini pazarlamak için kimsenin “Osmanlı Mutfağı” diye taklit/sahte bir patenti kullanmaya hakkı yoktur. Siz bunu Osmanlı ile başlayan ve duyduğunuz her alana yayabilirsiniz. Bu bir özgüven eksikliğidir. Yaptığımız ve ürettiğimiz ürünlerin, düşünce ve fikirlerin yeterliliğine güven duymama halidir. Bilmem, buna travma ve hatta psikosomatik bir semptom desem uzmanları ne der?
Yeni bir çağdayız ve Ramazan iklimini bu çağın gereklerine uygun geçirebiliriz. Zikrimiz, fikrimiz ve de programımız budur, dersiniz ve uygularsınız. Eğer gerçekten alıcısı olursa kalıcı da olur. Gelecekte de yeni kuşaklar sizi tarihte okurlar. Ama bunu geçmişin uzantısı, geleneğin ihyası ve sanki Ramazan’ın olmazsa olmazı olarak sunarsanız vebaliniz var baylar bayanlar. Bunun altından ne sizler ne de bizler kalkamayız. Kendimize gelelim ve “takkemizi önümüze koyup bir kere daha düşünelim”, ama bu takke koyma işini de lütfen kimse Ramazan oyununa çevirmesin.
Demem odur ki, bir düşünce, kavram ve hatta bilgi karmaşası içindeyiz ve bunu her yıl tekrarlıyoruz. Herkes bir kere daha düşünsün ve nefsine sorsun, müşterek duamız olan “Ramazan’ı bizden hoşnut kıl” ifadesini ne kadar karşılıyor bu davranışlar.
Bu kadar felsefe yeter diyorsanız, sizi biraz da eski Ramazanların kavramları arasında gezdireyim. Bu gezintiyi altı yüz yıllık Osmanlı kayıtlarının rehberliğinde yapacağız.
Mâh-i Ramazan, yüzünü Hilal ile göstermeliydi her yıl. Ama Müneccimbaşı’nın hesapları da dikkatle takip edilirdi. Zira ru’yet-i hilal mümkün olmazsa hesap devreye girerdi. Eh zemheri ayında da hilal görmek her zaman mümkün değildi. Hesaptaki yevm-i şekk (şüpheli gün) tereddütle geçirilirdi. Dersaadet’e yakın şehirler takip edilirdi. Nihayet Ramazan günü olduğuna hükmedilince kadı ilamı ile ilan edilir, meşihat tezkeresine bağlanır ve derhal daha önce zaten hazır olan minareler aydınlatılırdı. Hatta Kadı bazen yakın şehirlerde hilali gören şahitleri İstanbul’a celp edip şehadetlerine başvurabilirdi.
Ramazan başlaması demek yeni hesapları da gerektirirdi. Kadir gecesinin ilanı, Padişah’ın Hırka-i Şerif ziyaretini başlatacak tarihin belirlenmesi, arefe ve Bayram günü hazırlıkları ve Ramazanın otuza tamamlanıp tamamlanmayacağı gündeme gelirdi.
Rahmet ve bereket ayıdır Ramazan. Büyüğünden küçüğüne, yaşlısından gencine, fakirinden zenginine, askerinden siviline, saraydan konağına, evden kulübeye herkes istifade edecekti bu aydan. Bu yüzden bir dizi hazırlıkların da yapıldığını gösteriyor bize rehber olan belgelerimiz. Camilere yeni halı ve seccadeler serilir, hazineden kandiller ve yağ tedariki sağlanır, kimi yerlere de mumlar dağıtılırdı. Varsa diğer ihtiyaçlar görülürdü.
Paylaşım ayı idi ve bundan hemen herkes nasiplenirdi. Ama bunun da bir usulü vardı. Tekke ve dergahlara, okul ve kışlalara ve hatta hapishanelere gönderilen erzaka Ramazaniye denilirdi. İmaretlere ve fakirlere dağıtılan yağ, pirinç, bal, un zahire vs.ye ince bir düşünce ile Taamiye veya Atiyye denilmez, tahsis veya Sadaka denilirdi. Bunun gönüllü bir iş değil, zorunlu bir görev olduğu anlatılmak istenirdi. Böylece istifade edenler de ihsanın kulu değil; Allah’ın kulu olarak kalmaya devem ederlerdi. Devlet ricali, ağalar, memurlar ve görevliler de unutulmazdı elbet. Saraydan, birinci sıradakilere verilen şeylere Hediye denilerek gönül yoklanırken; maaşlı olan diğer görevlilere arefe ve bayramlarda İn’am veya İhsan yapılırdı. Bu isimlendirme ile de onlara ince bir mesaj verilirdi. Vakıf çalışanlarının, sosyal hizmet yapanların da Bahşiş ile gönülleri yoklanırdı.
Sarayın mükellefiyetleri bunlar ile sınırlı değildi. Hazineden çeşitli kurumlara ve şahıslara İftariye, İmsakiye ve Sahurluk bedelleri ödenirken, cami medrese ve benzeri eğitim kurumlarına da Ramazaniyye ve bayramlarda dağıtılmak üzere İdiyye gönderilirdi. Saray personeli ve hanedan üyeleri de unutulmaz onlara da Atiyye verilirdi.
Bu hazırlıkların dışında teravih namazı tartışılmaz sadece hazırlığı yapılırdı. Ramazan’da Padişah’a teravih kıldıracak baş imama çuka ferace ve samur kürk hediye edilirdi. Sarayda Kur’an-i Kerim kıraat ve Huzur derslerine iştirak edecekler ile tefsir okuyacak mukarrirler; Padişahın izni ile Hırka-i Şerif’te Buharî-i Şerif okuyacak kimseler Şeyhülislam tarafından bizzat tespit edilirdi. Tabii onların ihsanı ve idiyyeleri de eksik edilmezdi. Onlara ayrıca şal ve kumaşlar da verilirdi. Ama diğer imamlar ve dini görevliler de ihmal edilmez, gönülleri alındığı gibi, teravih sonrası halka da ihsanlarda bulunulurdu.
Bu arada yeri gelmişken söylemeliyim ki; teravih namazı mümkün olan güzellikte ve âsude-bâl ile kılınırdı fakat -nev icâd, sınıfsal içeriğe büründürülmüş- Enderun teravisi diye bir namaz kılınmazdı. Yoksa bütün görevliler ihsana boğulurken bu işi icra edenler unutulmazdı ve bir yerde mutlaka adları geçerdi.
Ramazan’da İstanbul’a pek çok din adamı gelir ve sarayda ya da selatin camilerinde görev almak isterlerdi. Ancak bu kolay değildi. Meşihatın belli bir disiplini içinde, İstanbul’da, Bilad-i Selase’de camilerde va’z etmek üzere dersiamlar ve Cuma vaizleri seçilirdi. Taşradan gelenler de bir şekilde eğitilerek istihdam edilirdi. İstanbul’daki medrese talebeleri, teravih kıldırma, va’z u nasihatte bulunmak üzere taşralardaki askeri taburlara gönderilirdi. Hazine-i Hassa tarafından Selatin camilerine, dergahlara, musiki adabına aşina müezzinler, aşirhanlar ve tesbihhanlar, hafız ve sair görevliler tayin edilirken Cumhur müezzinliği diye bir sınıf ise hiç bir resmi kayıtta anılmıyordu.
Gündelik hayatta da bazı düzenlemeler yapılıyordu. Klasik dönemde devlet işleri aynı zamanda ikamet edilen konaklarda görülmekteydi, Fakat Babıali’nin teşekkülünden sonra oluşan dairelerde çalışan memurlar için Ramazan mesaisi ayarlanırken, özellikle boğaz içinde işleyen Şirket-i Hayriye vapurlarının da Ramazan seferleri yeniden düzenlenmekteydi. Aslında asıl büyük düzenleme ve denetim çarşı pazardaydı. Ramazan ayını fırsat bilen bir kısım kimseler halkı aldatma yoluna gitmekteydiler. Özellikle satılacak ekmek numuneleri tespit ediliyor, onaylanıyor ve hangi fiyattan satılacağı belirleniyordu. Malum bize ölçü ve tartı devrimi sokuşturmuşlardır, oysa bu iş Osmanlı’da başlamıştı. Zira 1868den itibaren okkadan (vukiyye) kiloya geçme çalışmaları başlamıştı. Tabii hemen okka kaldırılamadı, pazarlarda her ikisi birden kullanılıyordu: “Ölçü ve tartıda” ölçüsüzler, Ramazan’ı bahane ederek insanları aldatabiliyordu. Özellikle dalgın müşterilerin, alışkanlıkla okka olarak talep ettiklerini, kilo olarak tartıp, okka bedeli alanlar vardı ve bunların önlenmesi için bir çok irade yayımlanmıştı.
Ramazan sokaklara da bir düzen getiriyordu. Kahvehane, meyhane ve benzeri oyun yerleri disiplin altına alınıyordu. Şu direkler arası efsanesi de tamamen bir uydurmaydı. Burası 19. Yüzyılın son çeyreğinde Beyoğlu gibi bir eğlence merkezi idi fakat, Ramazan eğlencelerine tahsisli bir mekan değildi. Sadece o ayda kârından bir bölümünü Darülacezeye vermek kaydıyla Ramazana uygun oyunlara da sergilenme izni veriliyordu.
Ramazan’da Müslüman halkın dini farizalara uyması ve adaba riayet etmeleri konusunda uyarılıyor, ama cebri uygulamanın yapılmasına da izin verilmiyordu. Cami adabına uyulması, diğer Müslümanların rahatsız edilmemesi de sürekli halktan talep ediliyordu.
Kuşkusuz bugün olduğu gibi o zamanlar da Ramazan’ın en güzel tarafları nefsin bir günlük terbiyesinden sonra iftar ile ödüllendirilmesi idi. Bu yüzden iftar programları da gündelik hayatta önemli bir yer tutuyordu. Hemen söyleyeyim, öncelikle imaretler, tekke ve dergahlar herkese açıktı iftar saatlerinde, zenginlerin konakları da. Ama sokak iftarları yoktu. Sarayda Kilar-i Enderun ve Helvahane’de Padişahın iftarları olurdu ama sadece özel davetlilere açıktı. Burada hizmet edenler özel olarak bahşişlerini alırken, aşçıbaşı da her yıl bir adet sarraciyeli serpuş ve üç adet kırmızı bohça ile ödüllendirilirdi. Padişah adına zaman zaman saray dışında kendisinin iştirak etmediği iftarlar da verilirdi. Ramazan’ın 15, 17. ve 21. günleri Şeyhülislam’ın ulema ve meşayiha iftar günleriydi.
Ramazan’ın 15’inde Padişah ve yanındakiler ıtr yağı ve gülsuyu ile ıtırlanmış Hırka-i Şerifi ziyarete giderlerdi. Yolda bir taşkınlık olmaması için gerekli önlemler alınır, Hırka-i Şerif’te de ziyaretçilere ihsanlar ve su dağıtılırdı. Mendil dağıtıldığına dair bir kayda rastlanmadı. Kadir gecesinde de ihsan ve bahşişler bol olurdu.
Ramazan ayı, yine hilal ya da hesap ile ve şüpheli durumlarda otuza tamamlanıp Bayram yapılırdı. Ama bayram arefesi de şenlikli geçerdi. Padişah huzurunda cirit oynanır; pehlivanlar güreş tutarlardı. Tabi o gün sporculara ihsan ve seyircilerine de sadaka verilirdi.
Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarında geçen uygulamalar genellikle bunlardan ibaretti. Bu uygulamaların detayları ile ilgili binlerce belge bulunmaktadır. Elbette bunların dışında bireysel ve yerel özellikler gösteren uygulamalar da vardır ve mutlaka araştırılmalıdır. Ama onların ta’mîm edilmesi hem tarihçilik adına, hem ilahiyat adına ve hem de Osmanlı hukukunu muhafazası adına doğru değildir.
Aydınlatıcı bir yaklaşım. Ama bütün o belgelerden yola çıkan kapsamlı bir ramazan kitabı bekliyoruz. Kolay gelsin.