Kavramı biz üretmesek de Ortadoğu’nun bizler için ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğunu herkes bilir. Bu konudaki düşüncelerimi ORDAF’taki bir yazımda beyan etmiştim tekrara hacet yoktur. Bugünlerde bu coğrafyada hepimizi ilgilendiren Kürt Sorunu, diğer küçük azınlıkların geleceği ve büyük çoğunluğu tehdit eden IŞİD (DAEŞ mi demeliydim?) gibi yeni gelişmelere rağmen, bölgenin değişmeyen en büyük sorunu Filistin’dir. Sadece bölgenin değil, dünyanın en önemli meselesidir de. Olmayan ama hayal edilen dünya barışının da yumuşak karnıdır. Niye, niçin, neden? diye sormayın. Bu mesele dünyanın belki de yaşayan en eski sorunudur da. Hadiseyi hemen Osmanlı asırlarındaki barışa ve bu barışa İngilizlerin 1917’de indirdiği darbeye bağlamayın. Daha eski, daha eskilere gidin. Ta Yahudilerin buraya yerleşmeleri ve buradan sürgün edildikleri çağlara. Hz. İsa’nın bu coğrafyada doğup, bin bir meşakkatle karşılaşmasına ve nihayet kendi inananlarına göre çarmıha gerilmesine, Müslümanlara göre de göğe çekilmesine kadar geri gitmeden sorunu anlamak mümkün değildir.
Bu yüzden geçmişte olduğu gibi bugün de herkesin bu konuda bir fikri var. Var ama, fikir sahibi olmak başka, söz sahibi olmak başka bir şey…
Dünya literatürüne baktığımızda belki de en eski ve en çok yazı yazılan, edebiyat üretilen ve hatta üzerinde araştırmalar yapılan coğrafyadır Filistin. Durun biraz, bizim payımız bu işte çok az… Zaten bu meselede en çok hassasiyeti olan bizler olmamıza rağmen en az söz sahibi olan da bizleriz hamdolsun. Çünkü bizi içerden bir sözle vuruyorlar. “Ne kadar para o kadar köfte”. Dünya değişti. Ne kadar araştırma, o kadar söz. Yani sokakta ne kadar bağırırsanız bağırın; hatta Mavi Marmara’da olduğu gibi can verin, yetmez. Zire bizim argo lisanımız bile karşımıza dikilmiş “yok öyle üç kuruşa beş köfte” diyor.
Peşrev uzun oldu, makama geçelim. Tabii usûl bilirsek. Soru şudur: neden biz değil de bölge sorunlarında başkaları söz sahibi? Cevap basit de anlayana. Adamlar bizden fazla akıl yürütmüşler, bilimsel ürün ortaya koymuşlar da ondan. 1516 yılından 1917 yılına kadar taht-i idarenizde bulunan bu tarihten sonra da dilinizden hiç düşürmediğiniz bu dünya hakkında var olan kaynak, araştırma vs. iki elin parmağını geçmez. Bırakın araştırmaları, Filistin konusunda okuduğumuz romanların hepsi tercüme değil mi? Öyleyse bırakalım laf üretmeyi de sadede gelelim.
1986 yılında genç bir asistan iken Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın yaptığı araştırmacı mübadelesi anlaşması kapsamında Mısır’a gitmeye hak kazandığımda, önce YÖK ve sonra Dışişleri Bakanlığı beni “sakıncalı ülkeler listesinde” olduğu için aylarca bekletmişti. Yoksa o günden bugünü görüp antidemokratik bir ülkede siyasi ahlakımın bozulmasını mı engellenmek istenmişlerdi acaba? Neyse bu konuyu burada bırakalım. Zira benim sevdam başıma daha neler getirdi, neler? Ama önce size koleksiyonumdan bir kitabı ve macerasını anlatayım sonra sabrın(m)ız kalırsa gene kaldığımız yere döneriz.
Ellsworth Huntington diye birisi ta Amerikalardan kalkmış Filistin coğrafyasını karış karış gezmiş, bir de üşenmeyip Palestine and Its Transformation adı ile 443 sahifelik bir kitap yazmış (İnternette dijital versiyonlarını bulmak ve indirmek mümkün). Vak’a-i adiyeden, ne var bunda diyeceksiniz… Evet öyle de bu kitabın daha 1912 yılında Boston ve New York’ta basıldığını, yani o coğrafyanın hâlâ Osmanlı toprağı olduğu zamanlarda gün ışığı gördüğünü söylediğimde bana hak vereceksiniz. Elbette o tarihte ve ondan önce de ecnebiler Filistin konusunda bir hayli ter dökmüşlerdi. Ama bu seferki hikaye biraz da “söz sahibi olmak için ne gerekir?” sorusuna cevap teşkil edecek nitelikte olduğu için anlamlı.
Biri renkli iki harita, bir ek, 17 bölüm ve muhtelif resimlerden oluşan bu kitabı niye kaleme aldığını izah ederken Huntington mealen şöyle der:
Her düşünceli insanın (aklı başında demek istiyor) Filistin için hissedeceği genel ilgiye ek olarak, iki özel neden bu kitabın yazılmasına sebep olmuştur. Birinci sebep, George Adam Smith’in muhteşem kitabı olan The Historical Geography of the Holy Land kitabını on yıl önce okuyarak, modern coğrafya bakımından Filistin’in tamamen eşsiz bir yer olduğu gerçeğinin zihnimde canlanmasıdır. Nitekim bende, bu eşsizliği yaratan ve Yahudi ırkının hayatını ve düşüncelerini şekillendirmeye yardımcı olan fiziki özellikleri tamamen kavrama arzusu depreşmesi. İkinci sebep ise Küçük Asya’da, Acemistan’da, Hindistan’da ve Orta Asya’daki yoğun seyahatlerin, beni iklim değişikliklerinin ve bunların tarih ile olan ilişkilerine dair bazı teorileri uyarlamaya sevk etmesidir. Filistin hakkında yapılan tanımlamalar bu değişikliklerin orada da yaşandığını söylemektedir. Bu yüzden bu teorilerin de test edilebileceği en iyi yer Filistin’dir. Sadece iklim değişikliklerinin burada iskan açısından fark edilebilir çeşitlilik üretecek kadar Filistin’in iyi konumlanmış olmasından değil; aynı zamanda bilinen tarihinin çok eskilere dayanmasından dolayıdır.
Bizim, çoğu kere intihale yaklaşan ve kendinden önce yapılmış çalışmaları inkar eden yaklaşımlarımızın aksine ilham aldığı çalışmaları takdir eden müellif, kendisinin diğerlerinden farkını da zikretmeyi ihmal etmez. Ellsworth Huntington kendi kitabının daha önce yazılmış kitaplarda üç noktada farklılaştığını söyler:
Kitap henüz Türkçeye tercüme edilmedi. İngilizce bilenler okur. Ancak içeriğinin ve yaklaşımının önemini hatırlatmakta yarar vardır. Tarih-iklim ilişkisi ve özellikle Filistin coğrafyasında yaşananları bu çerçeveden anlama iddiası bize disiplinler arası bir metodoloji sunmaktadır. Sosyal Bilimler Metodolojisi son yıllarda gelişme göstermesine rağmen bu açıklıkta ve bir coğrafya üzerinde bu denli dikkatle uygulaması pek yoktur. Yani modern metodolojinin öngördüğü, bireysel motivasyon, mevcut literatürün argümanını tartışma ve uygulama bu kitapta açıkça kendini göstermektedir. Tabii önemli bir faktör ile birlikte. Sabırlı olup sonuna kadar okursanız onu da göreceksiniz.
Yazarın temel ilgisi, coğrafi özellikler ve tarihin şekillenmesidir. Kendisinin “coğrafya kaderdir” diyen İbn Haldun’un farkında olup olmadığını bilmiyoruz, ama değilse bile “aklın yolunun bir olduğunu” göstermektedir. Yazar her ne kadar kendisinden önceki ilgi kaynağının Kutsal Kitap’taki mekan tespitine dayandığını ve o bundan uzaklaştığını söylese de maalesef o da bu yolu takip etmekten kurtulamamıştır.
Yani Filistin’e temel ilginin Kutsal Kitap/lar olduğu hakikati burada bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Kutsal Kitaplar dünya durdukça var olacağına göre bu ilginin de bitmeyeceği aşikardır ve esas mesele de bundan ibarettir, gerisi ise teferruattır.
Şimdi gelelim peşrevde verdiğimiz ayara. Ellsworth Huntington seyahatini 1909 yılında Yale Üniversitesi’nin desteği ile yapmıştır. Zurnanın “zırt” dediği yer de burasıdır. Üniversite destekler, akademisyen üretir ve siyaset söyler.
İşte bugün ABD’nin bölgesel meselelerde bölge devletlerinden daha fazla söz sahibi olmasının sırrı burada yatmaktadır. Gerçi bugünlerde üniversitelerimizde benzeri destekler bulmak kolaylaşmıştır ama benim araştırma arzumun dorukta olduğu zamanlar, bırakın 1909 yılındaki Yale’in sağladığı desteği bulmak, basit izinler bile imkansız idi. İşte bu yüzden üretebildiklerimiz ülkemizi bölgesel sorunlarda söz sahibi yapma seviyesine çıkarmamıştır. Filistin için, duygularını, malını ve hatta canını harcamakta olan Türkiye hiç bir uluslararası Filistin platformlarında söz sahibi olamamaktadır. Hatta en kritik konularda Türkiye’nin riskli destek sağlamasına rağmen Filistinliler bile başkaları ile masada olmayı yeğlemektedir. Bu bizim dışlandığımızdan değil, bilime dayanan söyleyecek yeterli sözümüz olmadığındandır. Bu da bunca hızlı değişime rağmen Türkiye’nin siyasetini durağan ve donuk hale dönüştürüyor.
İsterseniz bir kıyas daha yapalım. 1909 yılında ABD Üniversitelerinde Filistin araştırmalarına destek verilir, kürsüler açılırken; bugün bizim Üniversitelerimizde hâlâ bu alanda anabilim dallarının bile olmaması -varsa işlevsiz olması- halimizin pür-melâl olduğunu göstermez mi?
1991 yılında Üniversiteme yaptığım müracaat ile kurulmuş olan Ortadoğu Dilleri ve Kültürleri Anabilim Dalı’na Yüksek Lisans öğrencisi alınmasına YÖK tarafından ancak 1994 yılında izin verilmiştir. Üniversitemize ve her yıl yeniden yaptığımız müracaatlara rağmen (son bir kaç yıldır artık bu müracaatı yapmaktan vazgeçtik) bu anabilim dalına hâlâ öğrenci alınmamış olması örneği size yeter mi? Çalıştığım bölümde Ortadoğu ve Afrika Tarihi Anabilim Dalı kurma girişimlerimiz, önce Üniversitenin -aslında ne işe yaradığı belli olmayan veya daha doğrusu iyi şeyleri engellemek için var olan- Müfredat Komisyonu’ndaki bir Dokümantasyon Uzmanının başkanlığında bir Kimyacının görüşleri ile engellenmiş (güldüğünüzü hissediyorum, zaten bu memlekette herkes kendi işini yapsa sorun olmazdı) ve Senatoya gitmesi yıllarca geciktirilmiştir. Araştırma ve üretim ile ilgilenecek yerde, insan ayarlama metotları ile uğraşarak meseleyi nihayet yıllar sonra Senato’dan geçirdiğimizde, her biri bu alana yakın ve hatta benim de derdimi bilen YÖK’teki arkadaşlarımız, çoktan yeni ufuklara yelken açarak (!), başka saikler ve etkiler ile anabilim dalının kurulmasını sümenaltı etmişlerdir.
Oysa Üniversitelerde bilimsel kurumlaşma ve süreklilik anabilim dallarının kurulması ile başlar. Şu anda -eğer ben gözden kaçırmadım ise- hiç bir üniversitemizde lisans düzeyinde Ortadoğu/Afrika Anabilim Dalı bulunmamaktadır. Yani bizim genel olarak Ortadoğu/Afrika, özel olarak da Filistin konusunda henüz söyleyecek sözümüz birikmemiştir. İşte bu yüzdendir ki Türkiye, kendisini tehdit eden meseleler karşısında bile tek başına hareket edememekte ve IŞİD’e karşı askeri harekatı bile ABD ile birlikte yapmak zorunda kalmaktadır.
Yani “Ne kadar para, o kadar köfte”
İlginize ve yorumunuza teşekkür ediyorum. Malesef “marifet iltifata tabidir” vecizesi bugün “marifet irtibata bağlıdır” olmuş ama şerre inat biz de ısrar etmeye devam edeceğiz.
Ömrünü ilme adamış bir bilim insanı olarak üniversitelerimizdeki bilim metodolojine (eğer varsa) açıklık getiren ve Ortadoğu’da özde var olmamıza rağmen sözde niçin var olamadığımızı izah eden farklı yaklaşımınız zihin dünyamıza yeni pencereler açtı. Batı karanlık ve aydınlık kavramlarını bilimle tanışmasına bağlarken ülkemin henüz bunun uzağında olması çok üzücü.
Her kutsal kitabın olduğu gibi bizim Kutsal Kitabımızın da önemli mekanı Filistin, ruh dünyamızda dini referansları kullanırken, realitede jeopolitiğin, hammadde ve enerji transferinin merkezini oluşturmaktadır. Filistin sevdasının bu çok yönlülüğü dünyayı bu coğrafyaya mıknatıs gibi çekmektedir. Ellsworth Huntington’un ”coğrafya kaderdir” ine ufak bir ilave niteliğinde ”bir coğrafyada doğmak kaderdir” demek istiyorum. Mezkur yazarın ve bizim kendi coğrafyalarımızın kaderimiz olması gibi. Bunu seçme hakkını Yaradan kullarına bırakmamış. Dolayısıyla burada teslimiyet mutlak olmak zorunda. İsyan değil de altını çizmek babından ifade ediyorum, kimse doğduğu yeri seçemiyor. Ortadoğu halklarının nasibine ise insanlık tarihi boyunca savaş düşmüştür.
Bizim duruşumuz nasıl olacak, nasibimiz nedir üzerine bir hayli düşünmek gerektiği yazının verdiği en önemli ilham oldu. Doğru cevabı bulmak için rehber olan yazılarınızla beslediğiniz ruh ve düşünce dünyamız adına müteşekkirim.
Teşekkür ediyorum. Kimseye kırılmadan, kimseden takdir beklemeden ve kimseye minnet etmeden coğrafyamızın mihnetini çekmeye niyetlendik bir kere. Karınca misali menzile varmak değil, o yolda varlık göstermek önemli galiba.
Üniversitelerimiz “dert” sahibi olmadılar, hep bir misyonla hareket ettiler bu da bilimsel/ilimsel üretkenliği tetiklemedi; yıllarca laik devleti yani “rejimi” korumaya adamış akademisyenlerimiz! oldu. Bu saiklerle hareket eden bir akademisyen ordusunun bir saat uzaklıktaki dört bin yıllık bir coğrafyayı keşfe çıkmasını bekleyemeyiz.
Hacettepe tarih mezunuyum, bizim bölümde Afrika tarihi yok, Ortadoğu tarihi ise geçen sene verilmeye başlandı ki bu dersi de uzmanlık alanı farklı olan bir hoca vermektedir, daha da enteresanı ortadoğu-afrika- islam vb. dersler oryantalist bir bakış açısıyla verilmekte hocalar da kendilerini bir şarkiyatçı görmekten bilimsel bir haz almaktadır. (bu durum birçok üniversite için geçerlidir)
El-hasıl akademik durum ortadadır ancak biz Voltaire’nin bir sözüyle cevap verelim. “Eğer bize Amu Derya ve Sir Derya nehirleri kıyısında bir barbarın diğerinin yerini aldığından başka anlatacak bir şeyiniz yoksa, bundan bize ne” Kendini ilime adayan vicdanlı hocalar oldukça son söz söylenmiş değildir. Çalışmalarınız ilham kaynağı veriyor hocam, liyakatli talebeler ve yeni Edwar Said’ler yetiştirmek sizin vazifeniz buna aday olmak da bizim vazifemizdir. İyi çalışmalar…
S.A zekeriya hoca eline saglik,ulkemizde laf coook is az oldugu icin ve Kaynak kullanimi ulke oncelikleri yerine sahis ve grup onceliklerine gore belirlenmesinin malesef bir neticesidir.isi ehline vermezseniz kiyameti bekleyin buyuran resulu dinlemezsek kimi dinleriz?