Daha önceki bir yazımda Sina yarımadasına yaptığım geziyi anlatmıştım ama bu kısım “i’rabta mahalli yoktur” kabilinden derc edilmemişti.
80li yılların sonlarıydı. Mısır’da bugünden farklı bir hayat yoktu esasında. Herkes yaşamanın bir yolunu bulmuş, Mübarek de her türlü duadan (!) nasibini alıyordu. Ülkede pek çok guruplar ve fikirler kendi mahallelerinde mevcuttu ama bugünkü gibi çok belirgin bir ayrışma; hele hele Mübarek’in arada bir Ezher ulemasını toplayıp “mutatarrıf” (aşırı) guruplara karşı uyarması dışında görünen bir baskı yoktu. Tabii bazı dostlarımızın kazaen de olsa arada bir uğramak zorunda kaldıkları Mısır Muhaberat’ı en etkili devrini yaşıyordu. Rivayetlere göre Enver Sedat’tan beri Sovyetlerin gölgesinden uzaklaştırılmaya çalışılan Mısır’ın bu işlerine ciddi bir ABD desteği sağlanıyordu. Hem organizasyon ve hem de maddi destek. Eh, burada akademik yazı yazmıyoruz, hatıralarımızı yazıyor, duyduklarımızı söylüyoruz. Referans vereceğimiz belgemiz yok ama son yıllarda wikileaks sızmaları da buna benzer epeyce dedikodu üretmişe benziyor. Arap Baharı ortaya çıktığında söylediklerimiz, “kraldan fazla kralcılar” tarafından beğenilmediği için o konuya girmeyeceğim. Belki zamanı gelince “tanbura bir nağme daha” ilave ederiz.
Asıl mesele benin tutkum olan kahverengi tabelalar.
O yıllarda Mısır büyük ölçüde turizme bağlı yaşıyordu. Her zaman olduğu gibi büyük ilgi vardı, eski Mısır medeniyetine. Piramitler gibi eserlerin büyük bir kısmı asırlardır zaten ortadaydı. Eski Mısır tarihinin eserlerinin önemli bir bölümü de Napolyon’un Mısır’ı işgali ve akabinde idareyi ele alan Mehmet Ali Paşa’dan beri başlayan kazılar ile yabancılar tarafından ortaya çıkarılmıştı. Bu şekilde başlayan Mısır Arkeolojisi veya batılıların genel bir isim koydukları Mısır Bilimi (Egyptology) hayli gelişti. Bizim arkeologlar henüz keşfetmedilerse de Mısır’da arkeoloji bilimi ciddi bir şekilde ilerleme kaydetti.
İşte bütün bunlar olurken Mısır Turizm bakanlığı da boş durmadı elbet. Renkli resimli, cafcaflı broşürler ve haritalar bastı. Hem de içinde kahverengi tabelaları gösteren cinsten. Beni Sina’ya paketleyip gönderen seyahat acentesinden aldığım haritada bir yer gözüme çarptı:“Hamamat Fır’avn (Pharaoh’s Bath)” . Sina yarımadasının ortasında Kızıldeniz kenarında büyük harflerle yazılmış kahverengi bir yazı. Aklıma daha önce Luxor’da, Aswan’da gördüklerim, Krallar Vadisi’nde karşılaştıklarım gelince fazla sorma ihtiyacı bile duymadım. Muhteşem bir tarihin içine gideceğimde şüphe yoktu. Çekinerek ve utanarak haritadaki yeri gösterip, burası turistik bir mekan değil mi? diye sorduğumu hatırlıyorum sadece. Zaten acentedeki görevli bir turizm gönüllüsü, hiç görmediği ve hayatında bir kere bile merak etmeyeceği yeri öyle güzel anlatmıştı ki.. daha ne soracaktım?
Yanımdaki dostum ile Ebu Zeheb’ten kalkan otobüse bindiğimizde zaten gün ortasını çoktan geçmişti. Ücreti öderken sıkı sıkıya Firavun Hamamlarında ineceğimizi belirttiğimiz muavin her nedense pek anlamışa benzemiyordu. Bu yüzden sık sık hatırlatmak zorunda kaldık. Nihayet bir zamanlar Yavuz Sultan Selim’in geçtiği (neden hâlâ Yavuz’un Mısır’a gidiş güzergahı bir belgesel olmadı?) ama asıl 1967 Arap-İsrail Savaşı izlerinin ortada olduğu Sina yarımadasını Kahire’ye doğru ikiye bölen asfalt bir yolun ortasında otobüs durdu. Muavin inmemizi söylediğindeki tuhaf bakışlarını hâlâ unutamıyorum. Zaman zaman karşılaştığım bazı Mısırlıların bakışlarıyla karıştırdım o bakışları… Saat 17.00 civarı idi. Güneş yavaş yavaş yükselmeye başlamış ama gün boyu ısıttığı çölün kızgınlığı etrafa ateş saçıyordu. Otobüsten inince şaşkınlık yaşadık ama bir yol ayrımında olduğumuzu görünce ferahladık.
Kahverengi tabela: Firavun Hamamları 3 km. Serde gençlik var bu kadar yol da ne ki, yürürüz elbet dedim Ali Bey’e. O da sanki başka alternatifi varmış gibi etrafa bakınarak “tabi, tabi” diye cevap verdi. Bir tarafta çöl kızgınlığının son saatleri, diğer tarafta hafif hafif yaklaşmakta olan gurub vaktinin aceleciliği bizi de hızlı adım atmaya sevk ediyordu. Daha bir kilometre gitmeden bile dizlerimizin bağı çözülmüştü, ama bir süre sonra Firavun Hamamlarında süreceğimiz bir gecelik safa bizi canlı tutuyordu. Bir de o taraftan gelip ters istikamete doğru giden ve bize muavini hatırlatan bakışlar atan bir kaç araç adeta bize kahve renkli tabelanın sonundaki hayatı müjdeliyordu. Yaklaşık 45 dakikalık -bize göre- tempolu bir yürüyüş sonunda vuslata ermiştik. Gurub vakti idi. Güneşin yüzünü saklarken sergilediği son cilvelerini seyretmek için ufka doğru bakmak yerine gideceğimiz yeri gözlerimiz ile tarıyorduk. Uzaktan karaya çarpan dalgaları fark ettik. Bir de denizden hafif bir meyille yükselen sertleşmiş kum tepesini. Etrafa bakındık. Bir şey göremiyorduk. Zaten artık çölde adeta gökyüzündeki yıldızlar gibi ara ara parlayan kum taneciklerinin aydınlığı bize rehberlik ediyordu. Ortada ne bir tesis var ne de Firavun’a atfedilen hamamlar. Oturacak bir taş, su içecek bir mecra, hele barınacak bir kovuk bile yok. Merakımızı hala gideremedik. Nerede bu hamamlar, Firavun’un hamamları? Yolun tükendiği bu noktaya gelenler nereye gelip dönmüşlerdi?
Derken ilk etapta heyecandan fark etmediğimiz yolun kenarında hafifçe yüksekte ve Mısır’da sıkça rastlanan bir askeri inzibat kulübesi görünce yeniden hayat bulduk. Askerler bana hiç bu kadar sevimli gelmemişti o tarihe kadar. Hızlıca yaklaştık ve selam verdik. Silahsız iki nöbetçi şaşkınlıkla bize bakıyorlar ama görevleri gereği de ciddi olmaya çalışıyorlardı. Biri “stop, stop” dediğinde, ben Mısır lehçesi ile “Mesael Ful” (İyi akşamlar) deyince, bekledikleri parolayı duymuş gibi rahatladılar, ama şaşkınlıkla biz sorgulamaya başladılar. “Nasıl geldik, niye geldik, arabasız da gelinir miymiş, orası ıssız bir yer, sadece gündüzleri, görünen o tepeciklerde var olan çamurdan şifa bekleyenlerin uğradıkları ve çamur banyosu yaptıkları bir yermiş… bizim gibi aklı başında ve -onlara göre- parası olanların orada ne işi olabilirmiş…?”
Doğru lafa ne demeli, Kahverengi tabela merakı desem anlarlar mıydı acaba? Neyse sıra bize geldi. Onlar niye orada bekliyorlardı? Doğrusu onu da bilmiyorlardı. Çok uzak olmayan bir bölgeden imişler ve o civarda bir birlikte askerlik yapıyorlarmış. Günde iki kere nöbetçi getiriliyormuş buraya bugün de onlara sıra gelmişti. İyi de onlar bütün geceyi orada geçireceklerdi, peki ya biz… İşte o güzel çocuklar, birden aslan kesildi. Kesin emir vardı, bu saatlerde orada kimse kalamazdı. Eh n’apalım öyleyse. 3 kmyi geri dön. Ana asfalta ulaş ve oradan geçecek bir aracı durdurup, en yakın meskün mahalle git. Bütün bunları konuşurken saat 20.00’yi çoktan geçmişti. Denize yakındık ama gitmek yasaktı, etrafta su da yoktu. Teyemmüm caiz midir? dediğimde bu konularda benden daha iyi olan Ali Bey tabii dedi.
Neyse artık yerdeki çöl yıldızlarının rehberliğinde aheste aheste geri gidiyorduk. Aheste gidişin sebebi gönül huzuru değildi elbet, su yok, ekmek yok, hayal kırıklığı çok, yani güç-kudret kalmamıştı. Ama umut yüksekti. Saat 22 civarında otobüsten ilk indiğimiz yerde idik. Kendimizi güvende hissediyorduk. Çölün ortasında medeniyeti hatırlatan uzun bir asfalt yol ve gökyüzünde belli belirsiz yıldızlar vardı. Buradan geçen bir araca binecek ve güvenli bir ortama ulaşacağız, diyorduk. Saat 23’e kadar hiçbir araç geçmedi. Sıkıldık ve tabii ki gecenin girmesi ile başlayan çöl soğuğundan da irkildik. Hafiften rüzgar da başlamıştı. Harekete geçtik, gözümüz arkada araç gözlerken ileriye doğru yürüyorduk. Yaklaşık her yarım saatte bir, bir iki araç hızla geçiyordu yanımızdan. Tereddüt geçirip işaretimizle yavaşlayanlar da ani kararla uzaklaşıyorlardı. Bugünlerde terör ve çatışmalar ile gündeme gelen Sina o zamanlar da tekin değildi. Gece yarısı karanlıkta iki kişinin burada ne işi olabilirdi?
İş bu kadarla kalmadı. Aheste ve hiç acelesi olmadan yükselen ay, çölü aydınlatmaya başlamıştı. Bu sevindirici idi ama çölün büyüklüğünün ortaya çıkması korkunçtu. Artık bir sonraki günün saatleri içine girmiştik. Bir taraftan korkumuzu yenmeye diğer taraftan da rüzgara doğru yürümeye çalışıyorduk. Ne kadar yol aldığımızın farkında değildik fakat yürüyorduk. Derken aklımızda olmayan bir şey oldu. Yerden kaldırdığı ince kum tanelerini yüzümüze savuran rüzgara karşı ters yürüyerek bu sıkıntıyı geçiştirirken, o muhteşem çölde deniz gibi dalgalanmalar gördük. Serap diye düşündüm ilk anda. Zira kum yığınları dalgalar gibi çırpınıyordu. Ama kulakları çınlatan rüzgarın sesi birden uyanmamızı sağladı. Kum fırtınası başlamıştı. Sığınacak bir yer de yoktu. Ali Bey ile iyice birbirimize yaklaştık, boynumuzu olabildiğince eğerek adeta rükuda, hedef küçülterek yürümeye devam ettik. Ne kadar gittiğimizi bilmiyoruz veya gidebildiğimizi. Ölüm ile hayat arası bir yürüyüş. Tek farkı bütün bunların bizim irademizle gerçekleşmiş olmasıydı. Bir ara rüzgar sesinin dinmesinden ve her biri bir kurşun gibi sinemize savrulan kumların azalmasından rüzgarın hafiflediğini hissettik. Daha dik yürümeye başladık ve yine geçebilecek bir araç umuduyla geriyi gözlemeye başladık. Saat sabah 2’ye yaklaştığında durdurmak istediğimiz bir kamyonet diğerleri gibi yanımızdan hızlıca geçti gitti. O kadar hızlı idi ki arkasından söylediklerimizi duymasına imkan yoktu. Ama bir kaç dakika sonra ani bir fren sesi ile irkildiğimizde kamyonetin devrildiğine hükmettik. Oysa yaklaşık 500 metre ileride ani kararla duran kamyonet, büyük bir hız ve maharetle geri viteste bize doğru geliyordu. Yaklaştı ve yüzümüze baktı. Halimiz pek perişandı ama, renk vermemeye çalışıyorduk. Gece karanlığından yüzünü bile hatırlamadığımız o muhteşem insan, nereye gittiğimizi sordu. Senin götüreceğin neresi olursa, olur diyerek, kamyonetin kasasına atladık. Aslında kum fırtınası daha az şiddetle devam ediyordu ve kamyonetin kasasında da peşimizi bırakmamıştı. Fakat mutluyduk. Nihayet sabah saat 3-3 buçuk civarında mavi tabelalı Re’s Muhammed’e vardık.
Hikayenin gerisi bu kolaylıkta tamamlanmadı elbette ama bu konuda ziyadece tatvîl-i kelam eylediğimizden mevzuya hitam verelim. Belki başka bir yazıda devamını yazarız.
Yorum Yaz