Türk devlet adamları geleneğinde anı yazmak yaygın değildir. Ancak bu güne kadar yayımlanan ve var olduğu iddia edilip yayımlanmayanlara bakılırsa bizde de bir hayli devlet adamı anısı vardır. Ancak Osmanlı’dan günümüze bir göz attığımızda bu kültürümüzün Avrupalılara göre oldukça sınırlı olduğu gözlemlenebilir. Tarihi bir kaynak olarak tartışmalı olsa da anılar çoğu kere resmi belgelerin soğuk yüzünü gülümsetir, onların bıraktığı boşlukları doldurur. Bu yüzden özellikle yakın tarih yazımında vazgeçilmezdirler. Ama hemen tamamı sahibinin sesi olarak tarih önünde bir savunma olduğu için de sorunludurlar. Yani dikkatle okumak, çapraz okumalar ve diğer kaynaklar ile teyit etmek gerekir.
Sözü uzatmak gereksiz. Aslında başka şey yazmak istiyorum ama mukaddime yaparak lafı geveliyorum. Hadi bodoslama bir giriş yapalım. Son günlerde eski Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün Basın Danışmanı Ahmet Sever’in yayımladığı anıları (Ahmet Sever, Abdullah Gül İle 12 Yıl: Yaşadım, Gördüm, Yazdım, Doğan Kitap, 2015) hayli sükse yaptı. Tabii biz de hemen zevkle okuduk. Hepsi o kadar. Beklentilerime cevap verdi mi? Doğrusu hayır, ama sonuçta zayıf kalan geleneğimize bir halka ilave edildi. Esasında bu 12 yılı bizler hep birlikte yaşamıştık. Siyaseti dikkatle takip eden bir kişi kitaptaki bilgilere zaten vakıftır. Pek çoğu aynı süreçlerde basında yer aldı, tartışıldı. Gerisi Sayın Sever’in “ben yaptım, yaptırdım” esasına dayalı mutfak kısmından bilgiler. Allah için kitaba da onlar zevk katmış. Hulasa iyi düşünülmüş, güzel bir Türkçe ile kaleme alınmış, sürükleyici bir gazeteci lisanı.
Aslında bu tür kitapların içeriklerinden çok, yazılma sebepleri -şayet bulunursa- daha ilginç ve anlamlı olur. Ben Sayın Sever’in anılarını yazma sebeplerini pek bulamadım. İçinde yok değil, hem girişte ve hem de sonsözde defalarca vurgulamış, hatta “başka mahalleden” gelip gördüklerini, yaşadıklarını ve iki mahalle arasında “mahallesiz” kaldığını beyan etmesi ve bunu benimsemesi de hoşuma gitmedi değil. Ama malum bizde bir darb-i mesel var. “Bayram değil, seyran değil eniştem …” meselesi. Bu işler beni aşar tabii. Bu yüzden bu kitap ile ilgili değerlendirmeleri de elbette bir gün tarih yapacaktır. Zira gazeteci lisanı deyip sakın yabana atmayın.
Sayın Ahmet Sever’in kitabını okuyunca eski bir devlet adamının muzipliği aklıma geldi. Bugünkü duruma ve nerede ise Ahmet Sever’in hikayesine de oldukça benziyor. Aslında onu sizler ile paylaşmak için yola çıkmıştım, ama laf uzadı nerelere geldik.
Said Paşa, II. Abdülhamid’in yanı başında 33 yıla yakın gölgesi olmuş, Padişahın hiç bir şekilde vazgeçemediği bir devlet adamı. Gerçekten de devlet adamı ama her bir devlet adamı gibi, şahsi ihtirasları, beklentileri hatta bir türlü vazgeçemediği çocuklukları olan biri. Uzun lafın kısası, II. Abdülhamid döneminin hemen her işinde parmağı var. Görevde iken fiilen var, ma’zul iken de mutlaka görüşleri ile var. Enteresan bir kişilik. II. Abdülhamid’in Mabeyn Başkatipliği yanı sıra 7 kere de sadrazamlığını, ondan sonra da Ayan Reisliği ve 2 kere daha sadrazamlık yapacaktır. II. Abdülhamit’ten kurtulmak veya onun nezdindeki kıymetini ölçmek için İngiliz elçiliğine sığındığında bile kendisinden vazgeçilmemişti. Ama, nerede ise II. Abdülhamid’in her işinden sorumlu tutulabilecek Said Paşa, onu 1909 yılında tahttan indirecek olan ve “sen de mi Said Paşa” dedirtecek Milli Meclis’in de başkanlığını yapacaktır. Siyasetin garip cilveleri işte.
Bu hikayenin Ahmet Sever ve sayın eski Cumhurbaşkanımız ile ilgisi ne derseniz elbette ona da bir cevabımız var.
II. Abdülhamid tahta geçtiği zaman, Said Paşa o günkü siyasi tertibin içinde değildi. Yani Ahmet Sever gibi o da “mahallenin adamı” değildi. Herkes devletin bir numaralı bürokrat makamı olan Mabeyn Başkatipliğine mahalleden Ziya Paşa veya Namık Kemal’in, bunlar olmazsa da gün görmüş Sadullah Paşa’nın geleceğini bekliyordu. Ama cülus günü sürpriz yaşandı. Pek ortalıkta görülmeyen, etliye sütlüye karışmayan, kalemi kuvvetli ve ketum Ticaret Nazırlığı Müsteşarı Said Bey (o zaman henüz Paşa değildi) bu büyük makama seçilmişti. Bunun sırrını hiç kimse çözemedi. Elbette bazı izahlar yapıldı ama hiç biri “niye biz değil de o” sorusunu soran Yeni Osmanlıları tatmin etmedi. Tabii bu gerginlik de hep sürdü.
Bu yüzden II. Abdülhamid tahttan indirildiğinde, basında yer alan haberler ve Said Paşa’ya yöneltilen tenkit dolu açık mektuplar, yazılan hicviyeler ve karikatürler adamı canından bezdirdi. O sıradışı bir kişilikti. Hemen her gün yaptıklarını, konuştuklarını, yazdığı resmi belgeleri ve hatta alış-verişlerini, kızının karın ağrısı için uyguladığı ilacı bile not alırdı. Bu tenkitlere cevap olmak üzere, 10 cildi bulan bu notlarından derhal Said Paşa’nın Hatıratı adıyla üç ciltlik anılarını yayımladı. Aslında Ahmet Sever’in yaptığı gibi o da önceden dönemin sadrazamı Kamil Paşa’dan izin alarak, daha doğrusu onu uyararak anılarını yayımlayıverdi. Gündeme bomba gibi düşen ve başka anıların da yazılmasına sebep olan anılarında kendisini savunuyor, yapılan her hayırlı işin arkasında -tıpkı Ahmet Sever gibi- kendisinin olduğunu ima ediyordu.
Şahsi değerlendirmeleri bir yana aslında tarihe hizmet edecek yığınla belge yayımladı bu hatırlarında ve bizim zihin dünyamızı açtı. Ama II. Meşrutiyet öyle bir dalgalanma getirmişti ki, kimse kimseyi anlamıyordu. Samimi gayretler, vatan uğruna fedakarlıklar, yığınla suçlamalar, ikbal avcıları, gelecek kaygıları, yeni siyasi oluşumlar, seçimler, hükümet kurma çabaları, bakanlıklara (nazırlıklara) kimlerin geleceği hesapları vs.
İşte bugünlerde Said Paşa bir muziplik, belki de bir çocukluk yapacaktı.
Paşa, Gazeteci Lisanı adıyla bir kitapçık daha yayımladı. Evet Paşa’nın geçmişinde Ahmet Sever gibi gazeteciliği de vardı (Ruznâme-i Ceride Havadis’te çalışmış, Takvim-i Vekâyi müdürlüğü yapmıştı). Ama bu durum dönemin önemli gazetelerinden Sabah Matbaasında bastırdığı kitabının yazılış sebebini izah etmiyordu. Zaten yeni kitap içerik bakımından bir siyasi hatırat da değildi, görünüşte kimseyi de hedef almıyordu. Sadece ilginç bir üslup ile muhtemelen döneminde olaylara vakıf olan bazı insanlara adeta şifreli mesajlar veriyordu. Said Paşa, dil ve üslup üzerine bina ettiği kitabında adeta Osmanlı Türkçesinin bir serüveninden söz ediyordu. Tanzimat sürecinde meydana gelen resmi yazışma dilinden şikayet ediyordu. Bunlar edebiyata ve dile meraklı ve gerçekten de bu konuda yetkin emekli bir siyasetçi için oldukça makul kabul edilebilecek anlatımlardır. Ama zamanlaması, verdiği örnekler, üslup ve hele kitabın adı, işi zaten ketum biri olan Said Paşa’nın tam da kişiliğine uygun hale getiriyor ve cevaplar yerine sorular sorduruyordu. Bu kitabı niçin yazmıştı? Birlikte cevap arayalım.
Kitabın mukaddimesi doğrudan Arapça bir şiir ile başlıyor. Said Paşa medrese eğitimini tamamlayamamış olsa da sonradan kendini geliştirmiş, Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmişti.
Ma mâte men kâne zikruhu hayyen ebeden (Daima adı dillerde dolaşan kişi ölmemiştir)
Ve fi’t-defâtıri kad tütlâ fevaiduhu (Onun (sunduğu) faydaları anlatır Defterler (Kitaplar))
Ve lem yezel ilmuhu fi’n-nefsi münteşiren (Gerçekte onun ilmi yaygınlaşmamış olsa bile)
Ve Tenfeu’l-Halka fi’d-dünya avaidehu (Artıkları (geride bıraktıkları)ile dünyada halka fayda sağlar)
Alın size bir mesaj, çözün şifreyi diyor Said Paşa, ama biraz da ipucu veriyor. Zira şiirin devamında “evvela ve nev’emâ tarz-i kadîm edaları ile bir mukaddime irâd edelim” diyerek, sözlerine Farsça beyitler eşliğinde devam ediyor. Özetle her iki dildeki hakimiyetini ve yazı yeteneğini üstelik dünya ve insan ahvali üzerine felsefe yaparak sürdürüyor. Bu arada Fransızca kelimelerin Türkçe arasına sıkıştırılıp konuşulmasını doğru bulmazsa da, kendisi muhtemel muhataplarını anlatan bir Türkçe kelime icat ederek, belki beğenilmez diye Fransızcasını da ilave ediyor. Said Paşa o günkü muhtemel muhataplarını ifade için “Hâliyûn” kelimesini kullanır ki -bildiğim kadarı ile- bu manada o güne kadar hiç kimse bu kelimeyi kullanmamıştır. Yani “oportünistler” karşılığında kullanır bu kelimeyi. Aslında devlette aktif görevdeyken onun için söylemek güç ama o gün muhatapları kadar kendisi de bu sınıfın içindedir bu yaptığı ile.
Nitekim satırlarının devamında yine kendi üslubu ile çocukluk dediğimiz duygularını yansıtır anlayanlara. “Bir arîza-i kemterîye Gazeteci Lisanı” denilmiş diyerek, asıl maksadını fazla uzatmadan beyan eder. Ama oldukça edebî ve müeddep bir dil ile geçiştirir konuyu. Ancak mağrurluk etmeden de duramaz. Verdiği örnekler ile eski edebiyatçılardan aşağı kalmayan yönüne vurgu yaparak, aslında resmi yazı dilinin sıkıntılarını anlatacağını beyan eder. Hatta Asya’dan getirilen bazı lafızların daha iyi iken yerlerine konulanlar ile icat edilen dilin ne halkın ne de hükümetin ihtiyacını karşılamadığını ileri sürer. Biz bu tespitleri bir tarafa bırakalım da şu Gazeteci Lisanı’na dönelim.
Said Paşa Rumeli’de isyanların ayyuka çıktığı bir dönemde altıncı defa II. Abdülhamid’in sadrazamıdır. Dış baskıların arttığı, yeni nesil kamuoyu ile bürokrasinin dilinin farklılaştığı, sorunların acil çözüm beklediği bir dönemde, -başkasının kolay kolay cür’et etmediği- bir şeyi yapar Said Paşa. Sadrazamlıktan sözlü olarak istifa eder ama kabul görmez. Özellikle Serasker Rıza Paşa ile olan anlaşmazlığı ve II. Abdülhamid’in bir nevi Seraskerin yanında yer alması onu bezdirir ve bir süre sonra arîza-i kemterî dediği meşhur uzun istifa mektubunu yazar. Kulislerdeki rivayetlere göre başkatibin getirdiği bu istifa mektubuna II. Abdülhamid şöyle hızlıca bir göz gezdirir ve “ne olacak gazeteci lisani” diyerek kenara kor. Aslında o zor durumda II. Abdülhamid, Said Paşa’dan vazgeçmek istemiyor ve sadaret mührünü almıyordu. O ise görevine gitmiyordu. Bu inatlaşmada Said Paşa galip geldi ve II. Abdülhamid sonunda Paşa’yı azlederek, mührü aldırdı.
Mektubu için kullanılan gazeteci lisanı ifadesi Said Paşa’nın o kadar ağırına gitmiş olmalı ki Selanik’te sürgünde olan Padişahtan çocukça bir intikam alma sevdasına düşer ve elimizdeki bu kitabı yazar. Zira istifa mektubunun bu tahkiri hakketmediğini, kendisinin her türlü yazı yazma yeteneğine rağmen (bihakkın doğrudur) maksada en uygun olanı seçtiğini, oysa yazı üslubunun değil fikirlerinin hafife alındığı zehabını taşır.
Bana göre, aslında daha önce bazı toplantılarda rüşvetle suçladığı Rıza Paşa’nın tarafının tutulmasına içerlendiği anlaşılmaktadır. Nitekim kitabında, siyasi hayatında pek sevmediği ve hatta II. Abdülhamid’in adını bile duymak istemediği bazılarının isimlerini ayrıca kendisine Şapur Çelebi lakabını takan İbrahim Şinasi’nin dil ve anlatımdaki faziletlerini öne çıkararak muzipliğini saklamaya çalışır. Kitaba başka bir çehre verir ve yazılış gayesini saklar. Bir de “siyasette vefa yoktur” hükmünce yeni dönem siyasetçilerine o isimler üzerinden mesaj verir anlaşılan. Başarılı da olur. 1914 yılındaki ölümüne kadar yaşanan çalkantılı dönemlerde hep el üstünde tutulur. Öldüğünde daha önce aleyhinde yazanlar bile uzun methiyeler düzerler. Bize de gerçekten -bu polemiğin dışında- oldukça önemli edebî bir metin bırakır (Kitabın içeriğini ve Said Paşa’nın görüşlerini bir makalemde yazdığımdan burada anlatılması zaid görüldü).
Sonuçta birikim sahipleri geride her ne bırakırlarsa, kendisinin mukaddimesinde dediği gibi geride kalanlara faydası olacaktır. Bu ister Mabeyn Başkatipliğinden Sadrazam olan Said Paşa olsun, ister gazetecilikten Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanlığına ulaşan Ahmet Sever olsun.
Yorum Yaz