Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?Mehmet Akif Ersoy
Dostlardan ve hatta ağyardan yazılarıma rağbet var sanırdım, oysa rağbet bana değil, ibretlik kıssalara imiş. Zararı yok işe yarıyorsa râvi olarak adımın geçmesi de kâfidir. Faydası var mı rivayetlerin bilmiyorum. Baksanıza, merhum Mehmet Akif bile “beş bin yıllık kıssadan yarım hisse bile çıkmadı” diye hayıflanıyor. Ama kendimi tutamıyorum, hadiseleri müşahede ettikçe tarih tiyatrosunda seyrettiklerimi bir kere de ben anlatmak istiyorum. Herodot’tan bugüne 2500 yıldır anlatılsa da insanoğlunun tecrübeleri, her seferinde başka bir şekle bürünüyor benim zihnimde ve “hadi durma anlat bizi” diyor. İyi de, kime anlatayım, demeye kalmadan “dinleyen olmasa da anlat, çıkar bir alıcısı günün birinde” cevabını yapıştırıyor. Meslek hastalığı diyerek öteliyorum, başka şeyle meşgul oluyorum, ama nafile. Anlat, anlat baskısı beni masa başına mıhlıyor. Hadi hayırlısı ben de merak ediyorum bakalım ne çıkacak bu seferki hikayemizden.
20. yüzyılın başına gelindiğinde bütün zaafları ile hâlâ en büyük güçlerden bir tanesidir Osmanlı Devleti. Batılı siyasetçilerin tespitine göre; son çeyrek asırda dünyanın gördüğü en önemli gelişme Sultan II. Abdülhamid’in kendisini 300 milyon Müslümana Halife olarak benimsetmesidir. Bihakkın doğrudur eloğlunun bu tespiti. Tahta geçtiğinde iflas etmiş bir devlet devralan II. Abdülhamid, önce içeride dengeleri sağlamaya çalışmış; sonra dışarıya yönelmiştir. Uluslararası rekabetleri iyi takip ederek, Devletin menfaatlerine uygun siyasetle, nekahet halinde olan imparatorluğu ayağa kaldırmıştır. Evet takatsizdir imparatorluk, ama ayaktadır. Bunun için bir hamle daha yapmak gerekti. Bütün dünya Müslümanlarının dikkatlerini celp etmek, onlar ile dayanışmayı sağlamak ve Müslümanların son sığınağı olan Hilafet’i ayakta tutmak olacaktı bu hamle. Etrafında Ahmet Cevdet, Said, Kamil, Ahmet Şakir, Halil Rif’at, Ahmet Cevat, İzzet vs. paşalar ve bilmem ne kadar gün görmüş, devlet hafızasına sahip danışman, yaver ve sadrazam varsa fikirlerini alıp “İslam Birliği” ruhunu canlandırmaya çalışır Sultan. Önemli sonuçlar da alır. İstemediği savaşlar yüzünden Emperyalist devletler ciddi topraklar koparırlar Osmanlı Devleti’nden. Ancak, ahali yine devletine Sultanına güvenir.
Sözün kısası makbuldür, uzatmamı istemediğinizi biliyorum. Ama hafızamdaki isimler ve hadiseler bana öyle baskı yapıyor ki, sizin okumaktan vazgeçme tehdidinizi bile algılayamıyorum.
Sultanın etrafındakiler bir bir azalır. Kimi rahmet-i rahmana kavuşmuştur, kimi ma’zûldür, kimi başkaları ile iş tutar. Ama eskilerin yerini alacak yeniler de yetişmiştir. Harbiye’den, Tıbbıye’den ve Sultanın çok önem verdiği leylî ve neharî Mülkiye’den. Fakat, coğrafya büyük, dertler çok. Devletlerarası rekabet ve paylaşım sevdasına düşmüş baykuşlar ise kapıda ötüşüyor. Siyasetten anlayan, idareyi bilen, her şartta hizmet yapacak insanlar; hülasa kadro lazım. Olanlar muktesit bir şekilde kullanıldı ama gene de lazım. Eş, dost, eski aşinalar, tavsiyeler ve de bu arada kerameti kendinden menkul eşhas ile kalan boşluklar doldurulmaya çalışıldı. Peki ne oldu? Bilen bilir, benim hikayelerimi okuyucu tamamlar tıpkı süregiden tarih gibi. Fakat bir şehbenderlik hikayesini anlatmadan da geçemeyeceğim.
Şehbender deyip de geçmeyin. Uzun süre “gayr-i Müslimlerin arasında yaşamak caiz değildir” hükmüyle daimi elçilikler kurmayı 19. yüzyıla kadar ertelemiş olan devlet, 20. Yüzyılın başına geldiğinde dünyanın pek çok yerinde elçilikler açmıştı. Elçi olmaz ise orta elçi; olmadı, maslahatgüzar gönderildi. İmkan bulunmadığı yerlerde Devletin âli menfaatlerini takip maksadıyla şehbenderler/konsoloslar tayin edildi. İyi yetişmiş, Osmanlı geleneklerini ve tarihini bilen, devletlerarası siyasetten anlayan elçiler bulmak zordu. Ama özellikle büyük devletlerin başkentlerine gönderilecekler özenle seçilmişti. Fakat her zaman aynı özeni göstermek mümkün değildi. Araya sebepler, hâmiler ve bin bir bahaneler girmekteydi.
Bombay, servet-i Hindistan’ın merkezi. Asırlarca dünyayı etkilemiş Hint kültürünün temerküz ettiği yer. Her ırktan, her dinden insanlar yaşama mekanı. Ama bölge Müslümanlarının gözü hep Dersaadet’te. Hele son yıllarda Sultan Abdülhamid’in onlar ile ilgilenmesi bir başka mutlu etmişti onları. Zira, İngilizler Londra’daki hesaplarının yanı sıra; Uman Denizi, Basra Körfezi, Şattu’l-Arap ve Dicle-Fırat üzerinden Musul’a oradan da mümkünse pay-i tahta ulaşma hesaplarını Bombay’da yapıyorlardı. Sıkı bir bağ kurulmuştu Hint Müslümanları ile İstanbul arasında. Karşılıklı ziyaretler, Sultanın Hint Müslümanlarına ihsanları, ara sıra mektuplar büyük yankı uyandırıyordu. Sultan Abdülhamid, bütün Müslümanlara armağan edeceği Hicaz Demir Yolu projesine en büyük destek yine buradan gelmişti. Bombay-Basra Körfezi ticareti de artmıştı. Ve nihayet bu ilişkileri takip edecek bir Şehbenderin/Konsolosun atanma zamanı gelmişti. Gerisini resmi yazışmalardan dinleyelim.
Dersaadet’e, Osmanlı Devleti’nin Sadaret makamına Bombay’dan 22 Haziran 1902 tarihli İngilizce bir mektup ulaştı. Mektubun altında bir kaç imza vardır, ama en dikkat çekici olanı Şeyh İsmail Salihi b. Emir Salihi’dir. İngilizce kısmında genellikle kalıplaşmış olan “I remain Your obeident servant” ifadesi ile yetinmeyen Şeyh İsmail kendisine “Muhibbu’d-Devle el İslamiyye” (İslam Devletinin Muhibbi/Sevdalısı) diyerek hikayesini anlatmıştır.
Sadrazam’a, bir yıl önce İstanbul’a gelerek Sultana/Halife’ye bağlılığını sunduğunu ve Hicaz demiryolu için de 1000 pound bağış yaptığını yazıp, belki nisyana mağlup olmuş olan merkeze kendisini yeniden hatırlatmaktadır. Şeyh İsmail, Bombay’a döndükten sonra bütün Bombay Müslümanlarına İstanbul’da Sultandan gördüğü yakın ilgi ve alakayı anlattığını ve Sultanın uzun ömrü ve mutluluğu için dua etmelerini talep ettiğini yazmayı ihmal etmez. Yani kendine düşeni yapmıştır lakin…
Mektubunda, Müslümanları temsilen bir gurubun Sultan’a yeni atanan Şehbender hakkında bir telgraf çekmek için geldiklerini belirten Şeyh İsmail, hikayesini şöyle tamamlar: Bombay’a atanan Tebrizli Emin Efendi bu işe uygun biri değildir. Diyanet-i İslamiye’den bî-haberdir. Hatta şaribu’l-leyl ve fasıkdır der ve ilginç bir iddiada bulunur. Bu göreve Dava isimli bir Yahudi’nin Hariciye Nezareti nezdindeki girişimleri ile tayin edildiğini yazar. Şeyh İsmail, biz burada yaşayan Hicaz Demiryolu’nun bağışçısı 60 milyon Müslüman olarak bir alimi, saygın bir kişiyi konsolos olarak görmek istiyoruz diye sürdürür mektubunu. Bu ağır ifadelerden sonra daha yumuşak üslup ile “iyi eğitilmiş, samimi, âbid, Arapça ve İngilizceye hakim bir Müslümanın atanması halinde Hindistan Müslümanları üzerinde ciddi tesirler uyandıracağı ifade edilir mektupta. Bombay Müslümanları arasında meydana gelen bu huzursuzluğun bir an önce giderilmesi için Şeyh İsmail, Sadrazamın Hariciye nezaretini uyarmasını, gerekli araştırmayı yapıp bölge şartlarına uygun birinin tayin edilmesini talep ederek bitirir nâmesini.
Aslında insan tabiatında vardır “kıskanmak, çekememezlik, neden ben değil de o” gibi hasletler. Ve bazen hak etmiş biri için de her türlü iftiralar yapılabilir. Bu yüzden Emin Efendi’nin günahına girmek istemem, ama soruna taraf olan herkes sorunun bir parçası değil midir? Emin Efendi de sorumludur bu durumdan muhakkak. Her ne ise Sadrazam, meseleyi Şeyh İsmail’in talep ettiği gibi 10 Eylül 1902 tarihinde Hariciye Nezareti’ne yazarak, konunun incelenmesini ve Bombay Müslümanları arasındaki huzursuzluğun giderilmesini, talep edilen vasıflara uygun bir Konsolosun atanmasını ister.
Peki ne mi olur? Bürokrasi ah bürokrasi. Samimi görüntü ile ambalajlanmış riyakarlıklar. Güçsüz görüntüden devşirilen güç ve nihayet sapma ve saptırma. Bu sefer Bombay’dan Şeyh Abdullah b. Alevi ve diğer Müslüman önderlerinin imzasını taşıyan 3 Ocak 1903 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, vâki olan iki şikayete rağmen Emin Efendi hala görevdedir. Eski iddialar bu yeni müracaatta tekrarlandığı gibi, bu sefer de Emin Efendi hakkında yapılan gözlemlere –mesela Müslümanlar akşama namazını eda ederken kendisinin İngilizler ile kriket oynamasına; bir Hristiyan kadın ile yaşamasına- yer verilerek hayat tarzının Halife’yi temsil etmediği vurgulanır. “Göreve geldiğinden beri bir kere Cuma namazına gitmediği, hatta ulemanın hayretini mucip olacak şekilde oruç bile tutmadığı” yazılır bu yeni mektupta. Sadece Emin Efendi’nin değil, konsoloshane memurlarının da temsil yetersizliğini ihtiva eden Feryatlar tekrarlanır ama nafile.
Mesele Emin Efendi’nin şahsi kulluğu değildir elbet. O kendisi ile Allah arasında. Ama mümessili olduğu devletin algılanmasındaki negatif etkisi bir kul hakkı değil mi, sorgulanmamalı mı?
Koca devlet bu tarihten tam 15 yıl sonra yıkıldığına göre hikayenin gerisini hadi siz tamamlayın.
Teşekkür ederim ilginize. Malesef insanoglunun ihtirası ile yetenekleri arasında bir denge yok. İhtiraslar ani yükselme gösterirken yetenekler ve yeterliliklerin kazanılması uzun zaman alıyor.
Kiymetli hocam elinize yüreğinize fikrinize sağlık.. gerçektende günümüzdede en alt kurumlardan yukarılara kadar pek çok yerde tekerrür eden ve liyakatın işin ehli olanların basit dünyevi menfaatler nedeniyle harcanması orneği …saygılarımla efendim