Binlerce defa sorulup bir o kadar da cevaplanmış olan başlıktaki sorunun bir kere daha sorulması abesle iştigaldir belki. Zira buna peşin bir cevabımız vardır: II. Abdülhamid’i özene bezene açtığı modern eğitim kurumlarından mezun ederek yine gözü gibi sakındığı 3. orduya mensup İttihatçı subaylar tahttan indirmiştir. Hem zaten Abdülaziz’i de onların hayranı oldukları, Yeni Osmanlılar tahttan indirmemişler miydi? Zaten fiili durum da bunu açıkça göstermiyor muydu? Ünlü İttihatçı Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki “hareket ordusu” Selanik’ten İstanbul’a gelerek duruma “va’z-i yed” edip Ayasofya civarında II. Abdülhamid’in yıllarca sadrazamlığını yapmış olan Said Paşa başkanlığında toplatılan Meclis-i Millî’de, Şeyhülislam ikna edilemeyince, fetva emininden alınan fetva ile koca Sultan hal’ edilmemiş miydi?
Bütün bu soruların cevabı “evet” iken bir daha sormanın manası nedir deyip, ardından bunu 15 Temmuz’dan itibaren yaşadığımız olayların travmatik etkisi diye yorumlarsanız sizi suçlamam.
15 Temmuz’da ihanete uğrayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları, milli iradenin yeniden tecellisi için harekete geçen Türk Milleti sayesinde yüzyıl sürmesi muhtemel bir irticadan kurtuldu. Meydanlar millî iradeyi egemen kılmak isteyen nutuklar ile inledi. Dost-düşman herkes, Türk Milleti’nin hürriyetine ve son 140 yılda geliştirmeye çalıştığı demokrasisine nasıl sahip çıktığını gördü. Ama bu arada adeta vazgeçilmez bir vird olarak meydanlarda İttihatçıların lanetlenmesi de ihmal edilmedi tabi.
Modernist ve reformcu; sosyal politikalara önem veren, hatta ikiz-üçüz doğuranların bile hatırını yoklayan, Osmanlı coğrafyasını sıkı sıkı kontrol eden, İslam Birliği siyaseti ile bütün dünya Müslümanlarının nezdine Halife olan II. Abdülhamid’in tahtı birden nasıl sarsıldı? İşte burası hâlâ meçhul gibi duruyor tarih kitaplarında. Gerçi emareler, işaretler ve sonuçlar bir yerleri gösteriyor ama alışkanlıklarımız doğruyu görmemize engel oluyor. Ben biri popüler bir dil, ikisi de akademik üslup ile üç kere; başkaları da kim bilir kaç kere yazdı ama nafile. Aradan geçen 100 küsür yıl sonra bugün yaşadıklarımız bunun bir kere daha yazılmasında fayda olduğunu söylüyor. Sabrınız varsa buyurun okumaya.
III. Ordu bölgesinde yaşanan olaylar ve İttihatçı subayların Yıldız Sarayı’na yüzlerce telgraf yağdırması ile 23 Temmuz 1908 (kimilerine göre varsın 24 olsun) tarihinde uzun zamandır askıda olan Kanun-i Esasi (Anayasa) yeniden II. Abdülhamid’in iradesiyle yürürlüğe girdi. II. Abdülhamid’in bu manevrası karşısında büyük bir şaşkınlık yaşandı. İnanalım mı inanmayalım mı derken bir kaç ay geçti. İttihatçılar, İstanbul’a gönderdikleri aracıları ve bu arada sık sık değişen Meşrutiyet hükümetleri ile Anayasanın gerçekten yürürlüğe konulduğuna kani geldiler. İşler bekledikleri gibi gelişiyordu. Uzun zamandır, Paris’te, Cenevre’de, Mısır’da kaçak yaşayan hatta çeşitli vilayetlerde sürgündeki hürriyetperver abileri, bir bir İstanbul’a dönmeye başlamışlardı. Geçmişte gazetelerde yayımladıkları ve çoğu intihal olan yazıları kadar boşluk doldurmasalar da bu gelenler “hürriyet, müsavat ve adalet” sihrinin sembolleriydiler. Boy boy kartpostalları basılıyordu. Onlar da boş durmuyor, kimi Meclis-i Mebusan’da kimi de onun etrafındaki kıraathanelerde, hükümetler kurup, yıkmaktaydı. Haklarını yemeyelim, Allah için, memleket için beklentisi olmadan her gün bu seremoniye katılanlar olduğu gibi kimilerinin de hırs-ı mal ve makam gözünü karartmıştı. Dışarıda ne olup bittiğini fark etmiyorlardı bile. Daha Eylül ayında yayımladıkları “III. Orduya Selam” manifestosundaki “el ele verelim, hep birlikte çalışalım” prensibi unutulmaya yüz tutmuştu. Fakat, yemin billah olsun ki, gönüllerindeki vatanperverlik ateşi hiç sönmemişti.
Üç tılsımdan biri olan hürriyete can vermek için “kimseye önceden haber vermeden toplanma” maddesini Kanun-i Esasi’ye ilave etmişlerdi ya sanki her şey değişmiş; her günkü güneş, Osmanlı üstüne daha parlak doğmaya başlamıştı. Nitekim Anayasayı ilan ettirenler romantizmin zirvesinde iken, İstanbul’un görkemli konaklarında, Pera’sında, Eyüp’ünde ve hatta Babıali’ye yakın çıkmaz sokaklarında; izbe evlerde, karanlık caddelerde, hanlarda, hamamlarda ve tabii olarak cami ve tekkelerde, kiliselerde, havralarda, bazıları kulüp dese de “cemiyetler/cemaatler” çoktan yol almaya başlamıştı.
Asr-ı hürriyet değil mi? Tabi ki böyle olmalıydı, hatta Osmanlı hürriyeti Paris’i bile çatlatmalıydı. Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi, Rumu, Ermenisi, Arnavutu, Arabı hatta Türkü ve Kürdü ayrı telden çalmalıydı. İttihatçılar mecliste “al takke ver külah” oynarken, mezkûr gruplardan korosunu kuranlar da çoktan sokak tutmaya başlamışlardı. Her köşe başında bir başka nağmeye şahit oluyordu İstanbul.
Belki bir tedbir, belki gelecekte ne olur ne olmaz diyen İttihatçılar, 1908 sonbaharında Selanik’teki Avcı taburlarını İstanbul’a getirtip, Yıldız sarayının yakınlarındaki Taşkışla’ya yerleştirerek bir bakıma Saray’a da mesaj vermiştiler. Askerleri ile subayları arasında uyum olmayan bu taburların İstanbul’a gelmesi gerginliğe sebep olmuştu. O zamanlar YAŞ kararları yoktu ama bir “tensikat/düzenleme” yapılabilirdi. Böylece haşereler temizlenir gerginlik de sonlandırılabilirdi. Nitekim mektepli bazı subayların önerisi ile Padişah’ı seven alaylı bazı küçük subay ve askerlerin işlerine son verildi. Tabii olarak Saray ile İttihatçı askerler arasında bir güvensizlik ortaya çıktı. Esasında bu gerginlikten istifade etmek isteyenler olmasaydı, iki taraf açısından telafisi mümkün bir durumdu. Zira bu gerginliğin devamından ne Saray’ın ne de İttihatçı askerlerin bir fayda görmeyecekleri aşikârdı. Zaten onlar da işi zamana havale etmişlerdi. Ama maalesef, zaman da üstlerine çökecekti.
1909 yılı bahar havası pek yaramamıştı İstanbul’a. Adeta herkes nezle olmuş aksırıyor, hapşırıyordu. Bazıları polen alerjisine tutulmuştu, yerinde duramıyordu. Kaşınanlar, kaşıyanlar vs. herkes hareket halindeydi Nisan başlarında. Kulüpler, kahvehaneler, meyhaneler, hatta tekke ve camiler bir önceki bahara göre daha canlı idi. Ne de olsa “mebde-i saadet-i Osmanî olan” II. Meşrutiyetin birinci yılı dolmak üzereydi. Hükümet kısa bir sure sonra kutlama programları için kanun çıkarmaya hazırlanıyordu. Milel-i Osmanî’deki hareketlenme de bunun bir coşkusu olarak algılanmıştı. Kısa zamanda İstanbul’da o kadar çok gazete çıkarıldı ki bu gazetelere isim bulmakta zorlanılıyordu. Allahtan Türkçenin o zaman zengin bir lügati vardı ve her sahifesi de gazete çıkaracaklar arasında bölünmüştü. Herkes kendi sahifesine düşen kelimelerden gazetesine isim buluyordu. Matbuat idaresi gazeteyi kazara kapatsa, ertesi gün yeniden hangi isimle çıkacağını herkes tahmin edebiliyordu. Zaten içinde yazılanların da fazla bir önemi yoktu. Aslında çoğu bir şeyler koparma, Saray’ı tehdit etme amacı ile çıkarılan bu gazetelerin kimse farkında değildi, taa ki o güne kadar.
6 Nisan 1909. Bugünün 15 Temmuz Şehitler Köprüsü gibi, o günlerde de İstanbul’un en gözde mekanlarından birisi Galata Köprüsü idi. Geçiş ücretli idi ama çoğu kere birinden ücret tahsil edilirken, onlarcası geçmiş oluyordu. Bir bakıma garibanlar korunuyordu. Fakat köprünün her iki tarafında sıkı kontrol noktası vardı ve emniyeti tamdı. Tabiri caiz ise zabıtalar kuş uçurtmuyorlardı. Ama o meş’um günde, oldukça ateşli bir gazete olan Serbesti’nin başmuharriri Hasan Fehmi Bey’in köprüden geçerken kahpe bir kurşun ile öldürülmesini fark etmeyeceklerdi. Üstelik failler de hiç bir zaman yakalanamayacaktı. O günkü gazetelerin akşam baskıları ateş püskürüyordu. Erken baskılar da aynı yönde “bulun katilleri” diye yazıyordu. Sokaklar kaynamaya, protestolar yükselmeye başladı. Hasan Fehmi bir süre önce İttihatçılara muhalefet eden yazılar yazmıştı. Tabii olarak oklar da İttihatçılara yöneltilmişti. Esasında hâlâ failleri ve teşvikçileri meçhul kalan bu olaydan İttihatçıların hiçbir çıkarı olamazdı. Fakat bunu kime anlatacaktınız, bir kere ok yaydan fırlamıştı. Kimse, kimseyi dinlemiyordu. Bir süre önce yayın hayatına başlamış olan bazı gazeteler, “hem nalına hem mıhına” diyerek, bir sütunda II. Abdülhamid’e diğerinde ise İttihatçılara saldırıyordu. Ertesi gün yine her ikisini birden övebiliyorlardı.
Sokaklara artık ne sevgili “meşrutiyet” ve ne de menfur “istibdat” hakimdi. Kimin, kimin yanında durduğu belli değildi. Yukarıda bahsi geçen Avcı taburları da 13 Nisan 1909 sabahı (yani eski takvim ile 31 Mart’ta) Ayasofya meydanında gelişmeleri ve kendi arkadaşlarından bazılarının ordudan ihraç edilmesini protesto amaçlı bir gösteri yapmak için toplandılar. Patırtı, gürültü ve havaya sıkılan silah sesleriyle biriken kalabalığın yanı sıra bir de o gün mevlit için Ayasofya’da toplanmış binlerce insan aynı anda fakat farklı sesler çıkarmaya başlamışlardı. Hiç bir ahengi olmayan bu seslerden anlaşılan en belirgin istek, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın ve Meclis başkanı Ahmet Rıza’nın görevden alınmalarıydı. Yani, bir tarafta II. Abdülhamid’in desteklediği Nazır, diğer tarafta İttihatçıların en önemli ismi, karizmatik liderleri hedef tahtasındaydı. Fesuphanallah, sanki bütün muhalif kanatları biri toplayıp burada birleştirmişti. Üstelik bu taleplerin toplanma gerekçesi ile alakası yoktu.
Peki bu kalabalıklar gerçekten ne istediklerini biliyorlar mıydı? Babıali’nin dibinde cereyan eden bu hadisenin ilk neticesi Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifası oldu. Ama gerçek bir isteği olmayan kalabalıklar tatmin edilemiyordu bir türlü. İş kontrolden çıktı. Kalabalıkları kim idare ediyordu, hedefleri ne idi belli değildi. Nitekim bu kalabalıklar arasındaki bazı katiller, Galata köprüsü civarında Ahmet Rıza’ya benzettikleri Adliye Nazırı Nazım Beyi; Tanin yazarı Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye mebusu Arslan Beyi öldürerek hem hükümeti ve hem de Meclis’i hedef aldılar. Ayrıca 31 Mart’ı da kana bulayıp, İttihatçıları tahrik ederek her türlü tedbiri almalarına meşru zemin hazırladırlar.
Olaylar bununla kalmadı, kısa zamanda büyüdü ve ülkenin hemen her tarafında tesirlerini gösterdi. İstanbul’da Ayasofya civarında başlayan cinayetler birbirini kovaladı ve değişik yerlerde ahaliden ve askerden pek çok kişi öldürüldü. Bu hareket, ülkenin en ücra noktalarında bile şiddete varan sonuçlar doğurmaya başladı. Meselâ, Hicaz’da, Tanin gazetesi matbaası yağmalandı. Medine’de kontrolü elinde tutan muhafızlık olaylarda dahli olduğu gerekçesi ile seksen kişiyi tutukladı. Aynı şekilde Musul’da, Hamâ’da, ihtilalciler bir takım yerleri basarak yağmaladılar. Darbeciler Şam’da beyanname neşrederek idarî binaları basacaklarını, tıbbiye mektebini yakacaklarını ve hükümeti destekleyen gazetecileri öldüreceklerini ilan ettiler. Taşradaki durum bu ise varın İstanbul’daki durumu siz tasavvur edin.
Bütün bunları yapan kalabalıklar, -en azından İstanbul’dakiler- sloganlarında Halife-i rûy-i zeminden, Kanun-i Esasi’sinde “devletin resmi dini İslam’dır” hükmü yazılı olan Sultan’dan, “Şeriat” istiyordu. “Şeriat isteriz, Şeriat isteriz” diye bağıran İstanbul’daki bu kalabalıkta dikkati çeken bir şey daha vardı. Bu toplantının ani gelişmediğini, en azından bir bölümünün hazırlandığını gösteren bayraklar/flamalar taşıyordu göstericiler. Flamaların üstünde kocaman yazılarla “İttihad-i Muhammedî” yazıyordu. Anlayacağınız sahneye yeni bir aktör çıkıyordu. Kimdi bu İttihad-i Muhammedi ismini kullananlar ?
Kur’an kaynaklı “İslam kardeşliği, İslam birliği” ve Sultan II. Mahmud sonrası “İttihad-i İslam” literatüre ve gündelik hayata çoktan girmişti. İlahi bir emir olarak benimsenmiş, dilden dile dolaşmaktaydı. Peki bu yeni tabir, yani “İttihad-i Muhammedî” nereden çıkmıştı? Zira sadece gayr-i Müslimler, Müslümanlara “Muhammedî” diyorlardı. İstanbul’da bu kavram zuhur ettiğinde -diğer bazı tuhaflıklar gibi- herhalde meşrutiyetle birlikte gelmiş bir akımdır, geçer diye düşünülmüş ve muhtemelen aklı başında kimsenin dikkatlerini çekmemişti başlangıçta. Oysa garip bir adam olan ve çıkardığı gazetesini bu cemiyetin yayın organı yapan Derviş Vahdeti bile dayanamayıp bu cemiyetin teşekkülündeki tuhaflıkları daha sonra bir itirafçı gibi gazetesinde anlatacaktı.
Derviş Vahdeti, Kıbrıs kökenli bir hafız idi. Kıbrıs’ta müezzinlik gibi görevlerinin yanı sıra İngiliz idaresinde de çalışmış, bazen mevlithan bazen de İngilizlerin balolarında boy gösteren bir adamdı. Meşrutiyet’ten önce İstanbul’a gelerek Dahiliye Nezareti’nde iş bulmuştu ama huylu huyundan vazgeçmez misali dilini tutamamış ve sürgün edilmişti. O dönemde gerçekten sürgün edilenler olduğu gibi, kendini sürgün ettirerek kahraman olanlar (!) da vardı. Derviş Vahdeti hangisine girer derseniz, delilim yoktur ama ikincisine yaraşır derim. Her ne ise Meşrutiyetin ilanı akabindeki umumi af ile İstanbul’a dönen Derviş Vahdeti, İttihatçılar nezdinde beklediği kahramanlığı elde edemedi. Bu yüzden onlara muhalif oldu. Saraya yaklaştı ve kopardığı bir kaç kuruş ile Volkan gazetesini çıkarmaya başladı. Fikri ve zikri kendi ifadesi ile “İttihad-i İslam” idi. Bu yaklaşımın saraydan destek göreceğini ve daha fazla atiyye ve ihsana kavuşacağını umuyordu. Fakat Saray’dan beklentileri daha fazla karşılanmadı. O da ince ince Sultan II. Abdülhamid’i de eleştirmeye başladı. Bundan sonrasını kendisinin bizzat Volkan’da “İttihad-i Muhammedi Cemiyetinin Hakikati” başlığı ile yazdığı hikayesinden özetle nakledelim:
Bir gün kendisine tanımadığı iki kişi gelerek, gazetesini “İttihad-i Muhammedî” cemiyetinin yayın organı yapmayı teklif ettiler. Fikirleri, zikirleri nedir demeden, muhtemelen macera ruhu depreşerek, “olur da kimler ile bu işe kalkışıyorum” diyerek, cemiyetin mensupları ile tanışmayı arzu etti Vahdeti Efendi. Sözde kendisinin ruhunu okşayan ve gayrete gelmesine sebep olan şey İstanbul’da bir Farmason cemiyetinin açılacak olmasıydı. Yani madem bir Farmason Cemiyeti açılıyor, neden mukaddes hedefleri olan İttihad-i Muhammedi açılmasın? Nitekim bazı güçlükler yaşansa da birkaç gün içinde İstanbul’da güzel bir konakta cemiyetin üyeleri ile tanışmak nasip oldu Vahdeti’ye. İlginçtir, Derviş Vahdeti, sözde hakikatleri ifşa maksadıyla hikayesini anlatırken bile şifreli konuştu. Tanıştıklarından bahriyeli subay, Mülkiyeli saf Müslüman bir kaymakam, Giritli bir Avukat vs. diye bahseder ama tuhaf fikirleri olan (mesela Mevlana’nın mezardan kalkıp kendisine göründüğünü söyleyen) Nakşibendi tarikatına mensup konak sahibinin adını bile vermez, daha sonraki anlatılarında. Hatta cemiyetin başının kim olduğunu kendisi de öğrenemez galiba. Ancak içlerinden birini diline dolar. O da İttihatçılar ile problemi olan Kayserili Ahmet Paşa’nın damadı zengin iş adamı el-Hac İsmail Hakkı’dır.
İddiasına göre; Vahdeti’nin bu adamları gözü tutmamıştı ama mukaddes bir faide uğruna onlar ile işbirliği yapmaya karar vermişti. Kendisine 1317/1892 tarihinde kurulduğu söylenen cemiyetin ortada bir nizamnamesi bile yoktu. Bu yüzden ilk iş olarak cemiyet için bir nizamname hazırlayıp sözcüleri olacak olan Volkan gazetesinde yayımlamayı planladılar. Bu görevi üstlenen Vahdetî’nin ifadesine göre; kendisi nizamnameyi yayımlamak üzere hazırlamasına rağmen onlar ağırdan almışlar, hatta başka bir gazetede ilan vererek Beyazit civarında Vezirhan’da cemiyete üye kaydına bile başlamışlardı. Bu durumu görmek üzere Vezirhan’a gittiğinde Buhari-i Şerifi tercümeye başlayan müderris Ömer Ziyaeddin Efendi ile de karşılaştığını söyleyerek, o meçhul kişilerin nasıl yol aldıklarını anlatır Vahdeti.
Bu hızlı gelişmeler üzerine cemiyet üyelerine karşı şüphe duymaya başlayan Derviş Vahdeti, kısa bir süre önce kurulmuş ve yabancılar ile ilişkisi olan el İha el Arabi cemiyetinin de üyeleri olduklarını söyleyerek onlardan yüz çevirdiğini ileri sürecektir. Bu mesele uzun olduğundan burada tafsilatına girilmeyecektir ama bu cemiyetin kimi üyelerinin I. Dünya Savaşı yıllarında Fransızlar ile olan ilişkilerinden dolayı Cemal Paşa tarafında idam edildikleri hatırlanmalıdır. Mesele bununla bitmez tabii. Oyun içinde oyun sergilenir. Derviş Vahdeti’nin bu kadar mukaddes bir faaliyeti terk etmeye gönlü razı olmaz (!) ve aynı isim altında yeni bir cemiyet kurarak, ateşli gazetesini de bu ikinci cemiyetin yayın organı yaptığını ilan eder. Belki de doğrudur. Günahına girmeyelim, zaten bir süre sonra bu faaliyetinden dolayı herkesin ortadan kaybolduğu veya mahkemelerinde berat ettiği zaman, o koca 31 Mart hadisesinin yegane müsebbibi veya günah keçisi olarak tarihe de bir hain olarak geçecektir.
Derviş Vahdeti, eski cemiyet üyelerinden yüz çevirince, ilk iş olarak daha önce hazırladığı nizamnamenin ilk on maddesini 17 Şubat 1909’da Volkan gazetesinde yayımlar.
Nizamnamede cemiyetin herkese açık olduğu, şer‘-i şerîf’e, kanun-i esasiye ve meşverete uygun hareket edileceği yazılıdır. İlginç bir yaklaşımla cemiyetin gayesinin Mecelle’nin yanında fıkıh kitaplarından hareket ile bir ceza kanunu hazırlayıp meclise sunmak olduğu da belirtilir. Aslında nizamnamede bir tarafta Osmanlı’da mer’i kanunlarına sadakat ilan edilirken; diğer taraftan da adeta Nizamiye mahkemelerine esas olacak yeni bir kanunlaştırma arayışı sergilenir. Böyle ulvi gaye güden bir cemiyetin özellikle uzmanların yapacağı bir ceza yasası çıkarmak ile uğraşmak istemesi de ilginçtir. Çalışma sahası olarak çok büyük düşünür Cemiyet. Sadece Osmanlı ülkesi değil, bütün İslam ülkeleridir amaçlanan saha. Hedeflerini gerçekleştirmek için cemiyete mensup ulema ve meşayih ve siyasiler faaliyet gösterecek, nutuklar irad edilecek, dersler verilecek, eğitim yapılacak, çeşitli dillerde gazete ve dergiler çıkarılacak ve umumi toplantılar düzenlenecektir. Bu faaliyetler İstanbul ile sınırlı kalmayacak taşrada ve diğer İslam ülkelerinde de sürdürülecektir.
Saray’dan vasıtalar aracılığı ile kopardığı yirmi lira ile çıkardığı ve tirajı bini bulmayan Derviş Vahdeti gibi bir gazete sahibinin asla yapamayacağı bu hedeflere bakıldığında insanın hayret etmemesi mümkün değildir. Bu durumda bazı sorular sormak gerekiyor elbette. Bu nizamnameyi birinci İttihad-i Muhammedi Cemiyeti için hazırladığına göre; o cemiyetin kurucularının Derviş Vahdeti’yi iyice gaza getirmiş olmaları muhtemeldir. Zira onlar geniş imkanlara sahip, pek çok yerde binlerce üyelerinin olduğunu, milyonlarca liralık imkanlarının bulunduğunu ima etmişlerdi kendisine. Böylece muhtemelen bu maceraperesti de kendilerine perde etmek istemişlerdi. İddiası doğru ise bunlardan ayrılan Derviş Vahdeti’nin uygulanması büyük imkanlar gerektiren bu nizamnameyi neden değiştirmeden yayımladığı ise cevaplanması gereken başka bir sorudur.
Bu nizamnameden sonra Cemiyet Volkan gazetesinin idarehanesinde üye kaydına başladığı gibi, mektup ve telgraf ile de üye kabulüne başlamıştır. Tabii birinci cemiyet de aynı şekilde Vezirhanı’nda üye kaydına devam etmiştir. Hatta Volkan’ın sahifelerine yansıdığı kadarı ile birbirleri ile rekabet etmekte, birincisi diğerinin aleyhinde bazı faaliyetler sürdürmektedir. Bu cemiyetler iç içe mi hareket ediyordu, Vahdeti gibi bir maceraperest mi öne sürülmüştü hala bir muammadır. Zaten dedikodular da başlamıştı. Bazıları bu hareketin İttihatçılara muhalif – İngilizler tarafından desteklenen- Ahrar Fırkası ile birleşeceğini iddia etmeye başlamıştı. Ama hangisi? Vezirhanı’ndaki mi Yerebatan’daki mi?
Derviş Vahdeti, Volkan’ın 57. sayısında oldukça etkileyici bir beyanname neşrederek bütün dedikodulara cevap vermiştir. İttihad-i Muhammedi’nin hiç bir cemiyet ile birleşemeyeceğini zira bütün cemiyetlerden üstün olduğunu ikna edici bir dil ile anlattı uzun yazısında. Gayelerinin bütün Muhammedîleri uyandırmak olduğunu söyleyerek cemiyetin “hiç bir şahs-i mutasavver ile münasebatı olmadığını ve sadece hamiyet-i İslamiyye” üzerine kurulduğunu tekrarladı. Aslında yukarıda anlattığımız cemiyet/lerin kuruluş hikayesi de bu beyannameden veya dedikoduların yaygınlaşmasından sonra Vahdeti tarafından adeta bir itiraf şeklinde anlatılması, oyun içinde bir oyunun varlığını da hissettirmektedir. Gazetenin 14 Mart 1909 tarihli sayısında son gelişmelere dikkatler çekilmiş ve iki cemiyet arasındaki çekişmeye yer verilerek, ikinci cemiyetin iki üyesinin birinciler tarafından kandırıldığı ileri sürülerek, yine bir tartışma yaratılmış ve yeni cemiyetin nizamnamesinin tamamı ile üyelerinin 16 Mart’tan itibaren yayımlanacağı ilan edilmiştir.
Büyük bir kızgınlık ve heyecan ile Derviş Vahdeti’nin yukarıda özetlenen beyannamesinin yayımlandığı sırada devreye yeni bir aktör daha girecektir. Söz konusu dedikodulara cevap vermeyi amaçlayan beyanname ile aynı sahifede başlayıp sonraki sahifede devam eden bir yazı daha yer alacaktır. “Yaşasın Şeriât-i Garra” başlığını taşıyan ve “Ey Mebusan” diyerek, doğrudan Meclisi muhatap alan yazının sahibi ulemadan Bediüzzaman Said-i Kürdi’dir. Bu iki farklı meşrepteki adamı bir araya getiren sadece cemiyetin sihirli ismi mi yoksa başka saikler mi idi bilinmez. Ama muhtevası daha sonra pek çok yerde tartışılan bu yazıda dikkat çeken şey, hem sözde İttihatçı Meclisi uyarmak ve hem de Meclis’in yaptıklarının yanında yer almak üzerine bina edilmiş çelişkili bir yazı olduğudur. Said-i Kürdi (sonra doğduğu köye izafeten Nursi)’nin İttihad-i Muhammedî Cemiyet ile ilişkisi ne boyutta idi, ne zamandan beri onlar ile birlikte hareket ediyordu, konumu ne idi ? soruları hiç bir zaman net bir cevap bulmayacaktır. Daha sonra kendisine bu konuda sorulan sorularda bile genel ifadeler ile kaçamak cevaplar verecektir. Said-i Kürdi, Volkan’ın 77. Sayısındaki “Yaşasın Şeriat-i Ahmedi” başlıklı diğer yazısında “Cemiyetimiz” diyerek cemiyeti açık ve net bir şekilde sahiplenmektedir. Said-i Kürdi imzasıyla yayımlanan yazılar gazete etrafında ve kamuoyunda ciddi tartışmalar meydana getirdiğinde yine bütün bunlara cevapları o yetiştirecektir. Yani artık Vahdeti yerine cemiyet adına o konuşmaktadır.
Bediüzzaman Said-i Kürdi (hiç bir ima yoktur, imza böyledir) ilk iki yazısında Cemiyete mensubiyetini ilan ederken Volkan Gazetesinin 83 numaralı sayısından itibaren yayımlamaya başladığı “Dağ meyvesi acı da olsa devadır: Bediüzzaman-i Kürdî’nin Fishriste-i Makâsıdı ve Efkarının Programıdır” başlıklı yazısıyla, sadece cemiyete sahip çıkmıyor yeni bir program da çiziyordu. Acaba Vahdeti’nin yeni cemiyet nizamnamesi dediği şey bu mu idi? Said-i Kürdi şöyle diyordu yazısında:
İfadatım zekilere hitaptır, işaret kafidir. Benim mekteb-i edebim Kürdistan’ın yüksek dağları olduğundan kusurumu ümmilik ve acemiliğime bağışlamak mukteza-yi mürüvvettir.
Ben ki İslamiyet’e maarif-i İslamiyeye, ulemaya, talebeliğe ve Osmanlılığa ve Hilafete ve İttihad-i Muhammediyeye ve Kürtlüğe intisabım cihetiyle şu sıfatlardan neş’et eden devair-i mutekatı’a gibi cemiyetlerin mültekası olduğumdan ve herbir hey’et-i içtimaiyesinin cism-i nâmı gibi tenbihe muhtaç olan ukdetü’l-hayatıyesinde mündemiç istidadatı fiile çıkarmanın muharriki ve mukızı meylü’t-terakki olduğundan o ukde-i hayatı mütenebbih etmek ve meylü’t-terakkiyi faaliyete sevk etmek için her bir hey’ete mahsusu birer fikrim vardır…
(Volkan Gazetesi, sayı 83, 402. Yayına hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, Tarihsiz. Bu yazıda verilen metinlerin tamamı bu yayından alınmıştır)
Farklı tartışmalara sebep olmamak için dilini muhafaza ettiğimiz bu cümlelerde Said-i Kürdi kendisini “cemiyetlerin mültekası” yani İslamın, İslam maarifinin, ulemanın, talebenin, Osmanlılığın ve Hilafetin, İttihad-i Muhammedi’nin ve Kürtlüğün merkezinde, ya da bunların buluşma noktasında görerek, yazısının devamında bunların her biri için söz söyleme hakkına sahip olduğunu ileri sürmektedir. Yıllardır tedavülde olan o görüşleri bir kere daha tartışmak ve yeni bir tartışma açmak gereksizdir. Zaten amacımız da bu değildir. Biz sadece bir hikayenin peşindeyiz. O da II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesine giden süreçte ne oldu, kim ne yaptı, ne dedi?
Osmanlı devletinin sıkıntılar içinde çalkalandığı ve II. Meşrutiyet’in yeniden yürürlüğe konulup çareler arandığı bir zamanda Volkan’ın 12 Mart 1909 tarihli ve 84. numaralı sayısında Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin, Hilafete, dolayısıyla II. Abdülhamid’e nasihat babında söyledikleriyle, ona aba altından sopa göstermesi 31 Mart hadisesine giden yolda oldukça manidardır. Tabii olarak sadece bu husus onun diğer fikirlerinden bağımsız ele alınma zaruretini doğurmaktadır. Said-i Kürdi’nin II. Abdülhamid karşıtlığı bilinen bir husustur. Yeni bir keşif değildir. Ancak sadeleştirilmeden ya gazete sütunlarında kalmış olan veya risalelerin arasında kaybolmuş olan muhalif görüşleri hep tevil edilegelmiştir.
Yukarıda belirtilen yazısında “söz söyleme hakkına haiz olduğunu” söyleyip, bunlardan bir kaçını sıraladıktan sonra 7. madde olarak, “Hilafete dair bir rüyadır diyen Bediüzzaman II. Abdülhamid’e hitaben şöyle bir diyaloğu kurgulamıştır:
“Alem-i manada padişahı gördüm. Dedim; sen zekatü’l ömrü Ömer-i Sâni’nin mesleğinden sarf et: Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biâtın manası olan teveccüh-i umûmiyeyi kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebilirsiniz. Nerede sizlerde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!
Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-i efkâr-i umumî ve tekemmül-i mebâdi ve vesâit ve ihata-i medeniyet o noktaların yerini tutmakla hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlûb olan adalet ve terakkiyi intaç edebilir. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.
O dedi: Nasıl yapacağım?
Dedim: İstibdat, kalb-i memâlik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-i niyyeti gösterir bir şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi menfur olmuş Yıldız’ı mahbûb-i kulub etmek için eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Darülfünün gibi etmek ve ulum-i İslamiyeyi ihya etmek ve meşihat-i İslamiyeyi ve Hilafeti mevki-i hakîkisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-i diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ hanedan-i Osmanî ol burc-i hilafette pertevnisâr-i adalet olabilsin. Hem de havâic-i zaruriyyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfata iktidari olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın. Birden rüyadan uyandım. Gördüm ki, asıl bu alem-i yakaza rü’yadır! Asıl uyanmak ve hakikat o rüya imiş.”
(Volkan, sayı 84, 407)
Yazının tamamında dikkatleri çeken başka hususlara da yer verilmekle birlikte belki dikkatlerden kaçan bir hususu daha hatırlatarak yukarıdaki ifadelere yeniden döneceğiz. Bediüzzaman İttihad-i Muhammedi’nin varlığından gayr-ı Müslimlerin korkmamasını salık vermektedir. Aslında bir takım metaforlar yaparak Müslüman ve gayr-i Müslimleri mukayese ettikten sonra, devrin değiştiğini gayr-i Müslimlerin artık medenileştiklerini dolaysıyla onlar ile savaş yerine ikna ile galebe edileceklerini yani onlar ile diyalogu öne çıkaracaklarını söyler. Hatta bu yazısını temel alarak bu fikirlerini ilerideki yazılarında da tekrarlar.
Bir tartışmaya mahal olmaması için önemli bulduğumuz metnin dilini aynen muhafaza ettik ama biraz da içine girmek gerekiyor ki, burada neyi önemsediğimiz anlaşılsın. Bu metinler bir asırdan fazladır milyonlarca kere okunmuş ama üzerinde hassasiyetle durulmamıştır. Çünkü tartışılmak istenmemiştir. Oysa daha ilk cümlede II. Abdülhamid’e bir tehdit vardır. “Kalan ömrünü Abdülaziz b. Ömer gibi geçir ki, Meşrutiyet’te kabul göresin” ültimatomu oldukça ağır ve anlamlıdır. Ona göre, hilafetin gereği olup II Abdülhamid’e önerdiği hususların da yapılmasını mümkün görmez aslında Bediüzzaman. Zira bu söylediklerim “ancak rüyada olur” der müstehzi bir ifade ile. Yani aslında II. Abdülhamid’ten halifelik ve imameti zaten sakıt olmuştur bu ifadelere göre. Peki ancak rüyada olabilecek (yani mümkün olmayan) ama olması halinde meşruluğu kabul edilecek bu istekler nelerdir?
“Kansız bir şekilde meşrutiyeti ilan ettiği gibi nefret edilen Yıldız sarayının etrafındaki “zebanileri” yani devlet ricalini de değiştirmesini; onların yerine ulemayı koymasını ve Sarayı Üniversite gibi yaparak dini ilimleri ihya etmesini ve böylece hilafeti gerçek mevkiine çıkarmasını ister Bediüzzaman. İstekleri bununla da sınırlı değildir. Ayrıca “biçare milletin kendisine uyabilmesi” için zaruri ihtiyaçlarında bile kısıntıya gidip “israftan kaçınmasını” öğütler. Yani bu görüşlere göre: onun nazarında, saray erkânı meşru değildir, dini ilimleri ihmal edilmiştir, padişah müsriftir. Bu yüzden de hilafeti de düşmüş, imamlık yani padişahlığı da bitmiştir.
Meşrutiyet ile birlikte ve hatta daha önceden II. Abdülhamid’e aleni veya hafî olarak bundan da ağır eleştiriler getirilmekteydi. Zaten meşrutiyet de böyle anlaşılıyordu. İyimser bir tavırla bakacak olursak; 33 yıl Osmanlı saltanatını ifa etmiş bir padişahın ve 300 milyon Müslümana kendisini halife olarak benimsetmiş bir kişinin eleştirilebilmesi meşrutiyet idi. Bu yüzden Bediüzzamanın da eleştiri hakkını sorgulamamız doğru değildir elbette. Fakat burada kullanılan argümanların eleştiriden ziyade iki hafta sonra II. Abdülhamid’i tahttan indirmek için yazılan fetva ile benzerlik göstermesi calib-i dikkat değil midir?
Bu konuyu tamamlamadan önce Bediüzzaman’nın peş peşe Volkan’da yayımlanan ve gerçekte İttihad-i Muhammedi cemiyetini savunmayı amaçlayan, ısrarla siyasi değil dense de toplum tansiyonunu hareketlendiren yazılarından da söz etmek meseleyi daha iyi anlatmak bakımından önemli olsa gerektir.
Kuruluşu ve kurucuları meşkük ve sözcüsü Volkan sahibi gibi maceraperest Derviş Vahdeti de olsa, Said-i Nursi’nin lehteki ateşli yazıları cemiyetin bir ulema cemiyeti olduğu havasını vermeye başlamıştı. Bu yüzden çeşitli kesimlerden cemiyetin idarehanesi olan Volkan gazetesine bağlılık yazıları geliyordu. Bazan bir köy, bir mahalle bazan da bir askeri birlikten topluca üye olanların isimlerine gazetede abartılı bir şekilde yer veriliyordu. Tabii olarak bu durum diğer ulemanın ve cemiyetlerin dikkatlerinden kaçmıyordu. Tenkitlerinde bu cemiyetin “suret-i haktan görünen ve şeriatı savunan” fikirlerinden ziyade zamanlamasına dikkatleri çekiyorlar ve yeni bir fitnenin doğmasına sebep olacağı uyarısında bulunuyorlardı.
Nitekim bu endişelere cevabı yine “İttihad-i Muhammedi’nin en küçük efradından Bediüzzaman-i Kürdi Said” imzası ile ve “Reddü’l Evham” başlığıyla cevap veriliyordu gazete sütunlarında. Bu endişeleri birer vehim olarak gören Said-i Kürdi bunları dokuz başlıkta reddediyordu. En çarpıcı ve kesin reddi ise birinci maddede yapıyordu. Yani onun “böyle nazik zamanlarda din meselesini ortaya atmanın uygun olmadığını” söyleyenlere net ve kestirme bir cevabı vardı: “Dünya için din feda edilmez..” Bu sihirli sözün hem cevabı yoktu ve hem de inanmış kitleler üzerinde büyük etkisi vardı kuşkusuz. Ama bunun mefhum-i muhalifi; halifenin, padişahın, sistemin, yöneticilerin ve mezkûr cemiyetin dışında kalanların “dini terk etmiş” oldukları anlamını taşıyordu. Tabii olarak ardından gelen bütün tavsiyeler de bunun tedavisi üzerine kurgulanıyordu.
Ancak diğer ulemanın ve entelektüellerin mensup oldukları mahfiller ikna olmamış olacak ki; Said-i Nursi o netameli günlerde yine “Ziyâ-yı Hakikat” başlığı ile cemiyetin müdafaasını bir kere daha üstlenecektir. Yapılan tenkitlerden biri, cemiyetin askerler arasında yaygınlaşmasının doğuracağı tefrika idi. O, bunu da verdiği cevaplarında reddederek “.. asıl İttihad-i Muhammedi’nin saff-ı evvelini umum asâkir-i muvahhidin teşkil eyler. Biz bu İttihad-i Muhammedi ile isteriz ki: umum millet de asker gibi müttehid ve yek-vücud olsun. Ve o muhabbet ve uhuvveti kuvveden fiile çıkarsınlar. Ve müdafii ve muhafız-i hukuk ve hallal-i müşkilat efkâr-i ammeyi tevlid ve tezhip etsin. Zira katre katre su müteferrik kalsa kurur, hebaya gider. İttihad ile bir havz-ı âb-ı hayat olur.” ( Volkan 97, 471) diyecektir.
Aslında burada bir demagoji yapıldığı aşikardır. İlk saffı teşkil edenlerin muvahhidlerden müteşekkil askerler (veya tevhid askerleri) olduğu söylenerek sivil bir vurgu yapılmak ile birlikte asker kelimesi ile de askeri birlikler arasında yaygınlaşmakta olan cemiyet üyeliğini zararlı değil; bilakis zarurî görmektedir. Aynı yazının devamında “İttihad-i Muhammedi’nin sadasının bütün ümmet-i Muhammed’e bir arş emri” olduğunu söyleyerek sanki 31 Mart’a davetiye çıkarılıyordu. Bunun doğru olmadığını düşünenlere de, biz yapmazsak bile başkaları mütemehhidlik (sahte mehdilik ) veya müceddilik iddasıyla zaten ortaya çıkıp bunu yapacaktır, diyordu.
İlginç bir şekilde bu yazının yer aldığı sütunun devamında Volkan Gazetesi’nin bir ilanı yer almıştır aynı gün. İlanda halk, 6 Nisan’da Sultanahmet’te yapılacak basın özgürlüğü mitingine davet edilmektedir (Volkan 97/473). Sanki “arş emri” verilmiştir. Zaten bundan sonra da kıyamet kopacaktır. Galata köprüsünde Hasan Fehmi’nin öldürülmesi ve 31 Mart hadisesine gidecek bütün olaylar bu tarihte başlamıştır. Fakat yine burada bir dizi soru akla gelmektedir. İmparatorluğun nerede ise her vilayetinde aynı zamanda başlatılan bu kalkışmayı hangi cemiyet sebep olmuştur. Birinci cemiyetin özellikle Arap vilayetlerinde uzantıları olduğu daha sonra yapılan tetkiklerden anlaşılmaktadır. Diğer taraftan İstanbul’da üye kaydı yapıp taraftar toplasalar da sadece Vahdeti’nin ve Said-i Nursi’nin müdafisi olduğu bu cemiyet gerçekten bütün ülkeyi karıştırabilecek güçte mi idi ?
Neticede yer yer yukarıda da atıfta bulunulan olayların gelişmesi ve tabii ki başka hadiseler II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden yolu açmıştır. Bu hadiseler ve oluş şekli binlerce defa yazıldığından burada tekrarından kaçınılmıştır. Ancak yukarıda bir kere daha döneceğiz dediğimiz husus ile bu bölümün tamamlanması yerinde olacaktır. Meşrutiyet’te Sultanın azli esasında meclisin teklifi ile mümkündür. Ama buna gerekçe bulmak gerekiyordu. Oysa kurulan meclisin Padişahı azletmek için -siyasi olsa da- meşru bir gerekçesi yoktu. Bu yüzden fetvaya ihtiyaç duyarak, Şeyhülislamlıktan meşhur hal fetvasını almışlardır.
Fetvanın alınış biçimi, yazarı ve şeyhülislamın rezervi hep konuşuldu. Fakat içeriğinin Said-i Nursi’nin yukarıda verilen ve II. Abdülhamid’e hitaben yazılan yazı ile aynilik göstermesi dikkatlerden kaçmıştır. Hal fetvasında II. Abdülhamid, dini kitapları yakmak, (Said-i Nursi de dini ilimlerin ihyasını istiyordu) israf yapmak (şahsı hayatında israftan kaçınmasını istemişti) ve halkın nazarında meşruiyetini kaybetmek (hilafetin halkın nazarında yeniden tesisinden söz etmişti) ile suçlanarak azline cevaz verildi. Bu benzerlikler acaba tesadüfi mi idi?
Otuzüç yıllık bir saltanatın böyle kısa sürede gelişen toplumsal olaylar ile yıkıldığını söylemek doğru değildir. Ancak farklı saikler, birleşen muhalefet ve onlara destek çıkan muhasım devletler ile toplumsal kargaşa birleşince koca saltanat yirmi günde yerle bir oldu.
İstanbul’da 31 Mart hadiseleri başlar başlamaz Adana’da da Ermeniler bir kalkışma başlatmışlardı. Zamanlama müthişti. II. Meşrutiyetin ilanı sırasında devletin farklı unsurları, milletleri arasında bir uyum hatta bir barış ve bayram havası oluşmuştu. Ayrıca ittihatçılar ile kimi Ermeni liderler arasında da “Osmanlılık” ekseninde yakınlaşmalar ve hatta muhalefet işbirliği de oluştu. Ancak Adana olaylarının çıkması bütün bu havayı değiştirip unsurlar arasında karşılıklı güvensizliği ve şüpheyi doğurdu. Adana olaylarının tarihi arka planı, sebepleri tarafların tutumu vs. pek çok araştırmaya konu olmuştur. Burada önemli olan onlar değil; 31 Mart (13 Nisan) olayları ile birlikte başlayan bu kalkışmanın İttihatçılar üzerinde yarattığı tesirdir. Bu kalkışmanın ittihatçıları yanlış yapmaya sevketmeyi amaçladığı bugün gün gibi aşikardır. Zira bir çok vilayette (Anadolu, Suriye, Hicaz’da) İttihad-i Muhammedi Cemiyetinin (hangisi ama ?) Müslümanları İttihatçılara karşı ayaklandırırken; Adana’da Ermeniler de onları hedef almalarının başka bir anlamı yoktur. İşte size bir muamma daha. Bu büyük hareketlenmede kimlerin parmağı olabilirdi? Belgeler hâlâ doğrudan bunun cevabını veremiyor olsa bile sonuçlardan istifade edenler bir hayli ip ucu vermektedirler.
Şüpheler Padişahın yeğeni olan Prens Sabahattin’in desteklediği Ahrar Partisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yıllarca Batıda bir prens gibi dolaşarak, sadece Demolins’ten okudukları ile “büyük fikir adamı” unvanı verilen Prens Sabahattin’in fikirleri ve partisini burada bir kere daha ele almanın anlamı yoktur. Ancak dayısını tahttan indirecek bu kin ve nefret nerden gelmekte veya bu cesareti nereden almıştır sorusunun cevabı aranmalıdır. Mesele sadece liberal düşüncelerinin hayata geçirilmesi mi idi? Öyle ya meşrutiyet buna da imkan veriyordu.
Sabahattin, daha 1902 yılında Paris’te İttihatçılar ile yolunu ayırmış ve adamları aracılığı ile Osmanlı topraklarında teşkilatlanmaya başlamıştı. Tabii sürgünde olan birinin bunu hangi imkanlar ile yapabildiği de bir soru işaretidir? Liberal reformcu fikirleri, kimi okur yazar takımı arasında da ilgi görmüştü. Düşlediği reformu ise o yıllarda moda olan dış müdahale ile yaptırmayı öneriyordu. Zaten İttihatçıların onun ile yollarını ayırmalarına sebep olan da bu fikirleriydi. Oysa uzun zamandan beri dış müdahaleyi talep eden Ermeniler için de bulunmaz fikirlerdi. Zaten o da Ernenilerin fikirlerini “adem-i merkeziyet” bağlamında destek sunuyordu. Hele Osmanlı devletine dış müdahale talebinin eski padişahın (Sultan Abdülmecid) torunu ve mevcut padişahın yeğeni tarafından ileri sürülmesi büyük bir nimet idi. Böyle bir fırsatı Osmanlı hasmı veya o günkü dünya dengesinde varlık gösteren bütün devletler kaçırmak istemezdi.
Ancak salt bu düşünce bu işteki ecnebi parmağını açıklamaya yetmeyecektir. Bu yüzden daha somut bir olay bize işin arkasındaki gerçek teşvikçiler olan İngilizleri işaret etmektedir. Bilindiği gibi İngilizler 1798’den itibaren Osmanlı siyasetine bir kurtarıcı olarak girdiler ve gerçekten müteaddit defalar uluslararası sistemde Osmanlı devletinin yanında yer aldılar. Ancak özellikle 1878 yılında Berlin Konferansında vadettiklerini yerine getirmemesi ve hele 1882 yılında Mısır’ı basit bahaneler ile işgal etmeleri, İngilizleri II. Abdülhamid’in nazarında asla “güvenilmez müttefik” yapmıştı. Bir taraftan uluslararası sistemde beraber yürüme mecburiyeti, diğer taraftan, taraflar arasındaki güvensizlik II. Abdülhamid’i yeni arayışlara sürükledi. Nitekim Osmanlı siyasetinde yeni aktör Almanlar olacaktı. Ancak uluslararası siyasi rekabetleri tahrik etmemek adına II. Abdülhamid Almanlar ile olacak ilişkileri siyasi ve stratejik ittifak üzerine değil, iktisadi ve kalkınma anlaşmaları üzerine bina etmeyi tasarladı.
19. yüzyılın başından beri Basra körfezinde adım adım ilerleyen İngilizler ayrıca Dicle ve Fırat nehirlerinde elde ettikleri seyr-i safain (gemi işletmeciliği) imtiyazı ile sonradan petrol bölgesi olduğu anlaşılan Musul’a kadar nüfüz etmişlerdi. Şirketleri, malları ve aktif konsolosları ile Osmanlı Basra’sından Musul’a kadar faaliyet gösteriyorlardı. İşte Osmanlı-Alman yakınlaşması buna darbe indirmek üzere idi. Nitekim bunu farkeden İngilizler, II. Abdülhamid’in eniştesi Ticaret nazırı olan Damat Mahmud Celalledin (Prens Sabahattin’in babası) aracılığı ile Üsküdar’dan Basra’ya uzanacak bir demir yolu projesini yapmayı teklif etmişlerdi. Kalkınmayı demiryollarını uzatmakta gören II. Abdülhamid’in vazgeçemeyeceği bir proje idi. İkna edilmesi halinde İngilizlere verilecek imtiyazlar ile burada yapılacak bu büyük proje, bölgeye Almanların girişini engelleyecekti. Oysa II. Abdülhamid müttefik görünümlü İngilizler’den darbe üstüne darbe yemişti. Topraklarını geçici diyerek işgal ettiği gibi, Ermenilerin yaşadığı bölgelerde (doğu ve güneydoğudaki altı vilayette) reform yaptırma baskısıyla da saltanatını daha da zayıflatmak peşindeydiler.
II. Abdülhamid büyük bir yatırım gerektiren bu projeyi Almanlar ile yapmak suretiyle bir taşla iki kuş avlamayı hesap etti. Bir taraftan önemli bir kalkınma hamlesi olacaktı. Diğer taraftan da Almanlara sağlanan bu iktisadi imtiyaz ile İngilizlerin Basra Körfezinden Musul ve Anadolu’ya yayılan nüfuzlarının önü kesilecekti. Nitekim Üsküdar- Basra Demiryolu projesi, -Almanlar isteksiz olmalarına rağmen- Berlin-Bağdat Demiryolu projesine dönüştürüldü. Ancak uluslararası dengeyi sarsacak ve İngilizlerin kimyasını bozacak bu projenin sadece II. Abdülhamid’in sonunu değil, I. Dünya Savaşına giden yolu da açacağını kim hesap edebilirdi?
Projeyi kim bilir hangi menfaatler karşılığında İngilizlere vermek isteyen Damat Mahmud Celaleddin sadece nazırlıktan değil, gözden de düşünce bir hürriyet kahramanı (!) olarak Avrupa’ya yerleşti. Prens Sabahattin de burada bu fikirler ile neşvü nema buldu. İngilizlerin babasına sağladığı imkanlar ile “Prens” gibi yaşadı. Fikirlerinde İngilizleri ve İngiliz sistemini sürekli öne çıkarması, başarılı bulması boşuna değildi. Beslendiği kaynağın hakkını veriyordu. Nihayet Prens Sabahattin II. Meşrutiyet’ten sonra aynı destekler ile İstanbul’da iktidarı almak istedi. Ama 1908 seçimlerinde liberal eğilimli İngiliz hayranı Osmanlı Ahrar Fırkası istediğini elde edemedi. Kimse onlara yüz vermeyince eskiden beri savundukları “ecnebi müdahalesi” fikrine yeniden sarıldılar. İşin ilginç tarafı, Berlin-Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmiş ve çalışmalar sürüyor olmasına rağmen hala İngilizlerin gündeminde idi. Mutlaka imtiyaz şartlarının değiştirilmesi gerekiyordu. Ancak bunu II. Abdülhamid tahtta iken yapamazlardı. Tek bir imkan kalmıştı, o da II. Abdülhamid’ten kurtulmaktı. Bu yüzden çeşitli nedenler ile birbirleri ile ilgisiz -ve zıt kutuplar- da olsa oluşan her muhalefete destek sunulmalıydı. Nitekim 31 Mart olaylarına ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden süreçte hep muhalefetin arkasında durdular. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi akabinde de hemen Bağdat Demiryolu imtiyazı tartışmalarını gündeme getirmeleri de bu siyasetlerinin bir göstergesi idi. Nitekim 1910 yılından itibaren üç yıl süren müzakere ve baskı sonucu anlaşmayı lehlerine değiştireceklerdir.
27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid Meclis-i Milli’ye sunulan bir fetva ile tahttan indirildi. 31 Mart sorumluları olarak Derviş Vahdeti, Said-i Nursi, Prens Sabahattin ve bir takım taraftarları yargılandı. Bunlar arasında taraftarı olmayan, ilişkileri günübirlik gelişen, maceraperest ruhlu Derviş Vahdeti ve oniki arkadaşı günah keçisi olarak idam edilirken diğerleri beraat etti. Fakat o günki mahkeme kararları ile beraat eden bu isimlerin yargılanmaları hâlâ tarih mahkemesinde sürmektedir. Bu hadisenin siyasi tarihimizde ve toplumsal, dini ve fikri hayatımızda bıraktığı derin izler hiç silinmemiş, Osmanlı’dan günümüze devlet hep bu tehdit algısı ile defalarca şekillendirilmiştir. Kimi bu olayların mağduru kimi de fırsatçısı oldu. Nitekim 1909’dan 15 Temmuz 2016 darbesine kadar bütün darbelerde bu menfur ruh hep vasıta kılındı.
öncelikle Allh sizlerden ve sizler gibi düşünüp bu halkı aydınlatma gayreti içerisinde olanlardan razı olsun inşallah.
Yazınızı okuren bitmesini istemediğim bir haz oluştu. Fakat bitmesini istediğim tarafıda inanılması güç ve bu kadar kahpelikler içerisinde dimdik ve iman gücüne sahip TÜRKİYEM duamız odurki . La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin. Amin .
Sevgili hocam,
Tarihin tekerrür ettiğinin göstergesi bir makale, kaleminize sağlık…Allah ibret alanlardan eylesin. Milletimizi, devletimizi, vatanımızı korusun. millet olarak farklı görüş ve düşüncelerde de olsak devletin bekası için aynı noktadan bakabilme kabiliyetimizi gelinesi gereken Zaman diliminden geçiyoruz. Her kafadan bir sesin geldiği, ülke düşmanlarının, şu veya bu şekilde yerli iş birlikçilerinin her zaman hazır olduğu, menfur faaliyetlerini konusunda bizleri muhafaza etsin. Bize feraset ve ülke menfaati adına aynı noktadan bakma şuuru nasip etsin. Nusretini ulaştırsın, dinini ve dolayısı ile devletimizi korusun
Allah sizin gibi akademisyenlerin sayısını arttırsın, sizleri tanıdığımız için çok memnunum, bilginiz ve birikiminizden yeterince istifade edilmesini (devlet yönetiminde) canı gönülden temenni ederim.
Saygılarımla
Sayım Hocam,
Şimdilik kısaca;
Üstad Nursi ile ilgili söyledikleriniz tek 1 tane delil içermiyor. Sırf niyet okuma, isnatta bulunma, zihninizden kurgulama ile ilerlemişsiniz. Aynı üslüpla yazılarınıza bakarak sizi (bizi, herkesi) idam sehpasına çekmek mümkün.
2- üstad Nursi bir islam alimi olarak halife i müslimin’e nasihatte, emr i bil maruf’ta bulunamaz mı?
Bir nasihatnameden bin fitne icad edilebilir mi?
3- üstad Nursi sadece sultan Abdülhamid han hazretleri ile ilişkisi üzerinden mi değerlendirilir?
……
Ali Demir, Said Nursi sadece Ulu Hakan Abdülhamit üzerinden değerlendirilse bile yeter ama başka açılardan Said Nursi’nin hayatı faullerle dolu. Önce bu faullerden bazılarını kısaca yazayım. 1) Niye çocukluğunda sürekli medrese değiştirdi? Niye gittiği medresenin ya talebesi ile ya öğrencileri ile anlaşamadı onlarla kavga etti? Medreselerin müslüman talebelerini yada müslüman hocalarını mı hazmedemedi? Bu kadar kavgacı geçimsiz adamdan nasıl İslam alimi oluyor? 2) Nurcuların yazdığı bi hatıra kitabında gördüm demiş ki Said ” Mevlana’nın Mesnevi’si güneşin sadece bir iki rengini aksettiriyor Risalei Nur ise gökküşağı gibi güneş,in bütün renklerini aksettiriyor.” Breh breh breh. Yürü git be Said Nursi. Sen kiiiiim kendini Mevlana ile kıyaslamak kim. 3) Cumhuriyet yıllarında ömrünün sonlarına yakın gene İstanbul’a geliyor ve Fener Rum Patriğini ziyaret etmeden duramıyor? Ne konuştu onunla? Nedir bu sevgi? 4) En fazla tahsili üç ay, üç aylık tahsille kendini Bediüzzaman göstermek nasıl bir kibirdir? 5) Mezarı nerde? Bazı tahminlere göre Vatikan’da imiş. Son numarasını mezarının belli olmaması ile yaptı. Tabi çocukluğunda medreselerin talebeleri ile hocaları ile sürekli kavga eden onlarla geçinemeyen Said adlı kişi mezarda da mezar komşularının müslüman olmasından rahatsız mı oldu diye düşünmeden edemiyor insan. 6) Yazdığı risalelerde bir sürü hata ve saptırma olduğunu bir çok ehli, sünnet akidesindeki hocalar ifade ediyor. 7) Nurcular sürekli Barla’ya adam götürüyor. İşte üstadımız burada risaleleri yazdı şuradaki ağaçta oturdu diye. Peki Said Nursi’ nin doğduğu köye niye tur yapılmıyor. Üstadınız doğduğu yer orası. Duyduğuma göre o köy Ermeni vatandaşların yaşadığı bir köy imiş ve oraya tur yapılırsa götürdüğünüz kişilerin bu durumu algılamasından korkuluyormuş. Bir sonraki yorumda Said’in Abdülhamit han hazretlerine yaptığı şüpheli davranışları yazacağım.
Ali Demir diyorsun ki? üstad Nursi bir islam alimi olarak halife i müslimin’e nasihatte, emr i bil maruf’ta bulunamaz mı? Bir nasihatnameden bin fitne icad edilebilir mi? Ben gene breh breh breh diyorum. Nerden belli Saidin islam alimi olduğu? Sürekli medrese değiştirmesinden mi belli? Üç aylık tahsili mi onu İslam alimi yaptı. Artı ne nasihatı yapmış Said Ulu Hakan’a. Kaynaklarda yazıyor onun sarayına izinsiz girmiş yani sarayın duvarlarından atlayarak ve yakalanmış. Çok büyük islam alimi(!) said nursi, ulu hakanın sarayına niye izinsiz giriyor? Niye kapıdan girmiyor da duvardan atlayarak giriyor? Amacı neydi? Suikast falan mı düşünüyordu? Yine kaynaklara göre bir kere de kapıdan gelip görüşmek istiyor ama burda da gene büyük faul yapıyor. Belindeki kamayı vermeden Ulu Hakan’la görüşmek istiyor. Bir devlet başkanı ile Said efendi silahı belinde iken görüşmek istiyor. Bu ne büyük cüret; bu ne büyük edepsizlik Allah’ım. İnsanın aklına gene Ulu Hakan’a suikast mı yapacaktı düşüncesi geliyor? Ve üç aylık medrese tahsili olan Said kimmiş ki bi devlet başkanına nasihat edecek. Neymiş nasihati. Onu da yazayım Yıldız Sarayını Darülfunun yapacakmış, eğitim kurumu yapacakmış. Ne kadar kötü ve maksatlı bir teklif. Be hey Said o Ulu Hakan heryerde okul yaptırdı senin gibi üniversite yapacağım diye aldığı tahsisatı yemedi. (Bakınız Youtube’de kadir mısıroğlu videosu) Peki Yıldız Sarayı ne? Devletin idare edildiği yer. Orada alim de olur istihbaratçıda olur asker de olur Said efendi. Orası günümüz deyimiyle sadece entellerin takıldığı bir yer olursa yani senin nasihatinle (!) sadece ulemanın takıldığı bir yer olursa devlet yönetilemez hale gelir. Senin de isteğin zannedersem bu Said Efendi.
Gelelim Said Nursi Abdülhamit üzerinden mi değerlendirilir soruna. Evet sadece o bile yeter bir adamın notunu vermeye. Çünkü Abdülhamid’in Osmanlıyı ayakta tutmak için çırpınan, çalışan, gecesini gündüzüne katan bir kişi olduğunu cümle alem biliyor. Böyle bir padişaha karşı gelen, onun sarayına izinsiz giren, başka bir vakit onunla belinde kaması ile görüşmek isteyen Said ise gözümde hep şüpheli şahıstır ve şüpheli şahıs olarak kalacaktır. Üstelik daha sonraki zamanlardaki davranışları da bu şüpheyi tamamen haklı kılacak niteliktedir.
Hocam çok güzel bir değerlendirme
Sayım Hocam,
Nesil yayınlarında Gerçeğin Aynasında Bediuzzaman isimli kitap Bediuzzaman-31 mart-Sultan Abdülhamid konularına ışık tutan ciddi ilmi bir çalışma..
Durumun sizin anlattığınızdan farklı olduğunu gösteriyor.
Sayın hocam elinize sağlık güzel bir değerlendirme ve analiz. Yarihten alınacak çok dersler var. Ancak bediüzzaman konusundaki yorumlarda fazla ileti gidip bugünkü dünya görüşü ile tarihi yargılamışsınız. Oysa olaya hüsnü zanla bakılırsa ve bediüzzamanın tüm hayatı ve eserlerine bakılırsa kendisine haksızlık yaptığınız anlaşılacaktır. Zaten mahkemede beraat etmiştir. İyi niyetli eleştiri ile hainlik farklı şeyler. Bugün de bu ayırıma daha çok ihtiyacımız var. Her zaman cesaretle eleştiri yapacak insaf sahibi alimler olmalı. Katiller de su içer ama suyı yasaklAmak kimsenin aklına gelmez
Kıymetli saygıdeğer hocam,
Ellerinize sağlık.. Kaleminizden dökülen satırlar tarihin tekerrür ettiğine işaret ediyor. Bu işaret ise tarih şuuru ve bilincinin ne denli önemli olduğunu ve adeta iç ve dış hadiselerde toplumu teyakkuz halinde tutmanın bir yolunun da tarih okumak ve anlamak hususunda tarih eğitiminin önemini ortaya koyuyor..40 yıllık bir terör örgütünü daha erken teşhis edememe zafiyeti ise toplum olarak bu noksanlığımızla da önemli ölçüde örtüşüyor..Naçizane göreve başladığımdan beri öğrencilerime söylediğim şey sorgulayın sorgulyan toplum düşünen toplum demektir. Bunun içinde okuyun doğruyu bulmak için bilimsel kaynakları okuyun…Saygılarımla esenkalın..
Hocam kaleminize kuvvet. 31 Mart hadiselerinde Said-i Nursi’nin dahli olduğunu biliyordum. Ancak gazetelerdeki makaleleri ile resmen Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinde doğrudan rol oynamış. zira Said-i Nursi’nin rüya! vasıtasıyla kurguladığı diyalogtaki Sultan’a yönelik tavsiyeleri! / eleştireleri hal fetvasında da aynen yer alıyordu. ilginç. Tekraren teşekkürler…
ZEKERİYYA BEY UZUNCA BİR YAZI YAZMIŞSINIZ. OKURKEN SIKILSAMDA M.TAHA BEY PAYLAŞTIĞI İÇİN ONUN HATIRINA OKUDUM. SONRA KENDİME ŞUNU SORDUM; ACABA TAHA BEY YAZIYI HİÇ OKUMADAN MI PAYLAŞTI? ZEKERİYYA BEYLE BİR TANIŞLIĞI VAR DA ONA TAM İTİMAT MI EDİYOR DİYE DÜŞÜNDÜM.TAHMİNİM ZEKERİYYA BEY SAİD NURSİNİN İLGİLİ YAZILARINI BAŞTAN SONA DİKKATLİCE OKUMADI HAZIR BİR ÇALIŞMADAN ÖNYARGILARIYLA KOPYALADI.ÇÜNKÜ, ONA ETTİĞİ İSNATLAR SAİD NURSİNİN KİTAPLARINDAKİ KENDİ İFADELERİYLE HİÇ ÖRTÜŞMÜYOR.EVET SAİD NURSİ ULU HAKAN SULTAN II. ABDULHAMİD HAN HAZRETLERİNİ ELEŞTİRMİŞTİR ONUNLA GÖRÜŞMEK İSTEMİŞTİR DOĞU ANADOLUDA MEDRESETÜZZEHRA PROJESİNİ ONA SUNMAK İSTEMİŞTİR, AMA SONRADAN BAZI ELEŞTİRİLERİNİN YANLIŞ OLDUĞUNU KABUL ETMİŞTİR. ONA ŞEFKATLİ VE VELİ PADİŞAH NAZARIYLA BAKMIŞTIR. VE SAİD NURSİNİN TALEBELERİ SULTAN ABDULHAMİDİ SEVERLER ONA HAYRANLIKLARI VARDIR ONU VELİ SULTAN OLARAK KABUL EDERLER.
Elinize emeğinizi sağlık yazınızı okurken sanki zamanın fetösü gibi bi algı oluştu bizde
Hocam, kaleminiz kuvvetli, yazınız sürükleyici olmuş. Fakat olaya sanki büyük ölçüde Said Nursi sebep olmuş anlatmışsınız. Volkan’da yayımlanan yazıları aynen aktarmışsınız, teşekkürler fakat aynı tarafsızlığı o yazıları yorumlarken göremedim doğrusu. Ben çıkardığınız anlamları çıkaramadım pek. Bugün bir gazeteci Cumhurbaşkanımıza hitaben hakaret etmeden, aşağılamadan tavsiye niteliğinde bir köşe yazısı yazsa Cumhurbaşkanımıza ultimatom verdi diyemeyiz. Köşesinde yazmış, isteyen okur istemeyen okumaz. Yazınız genel hatlarıyla hoş fakat bi kenarı çürük elma gibi olmuş. Kaldı ki o dönemde İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Sultan Abdülhamid ile ilgili ağır eleştirel şiirleri (Yıldızdaki baykuş, Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e vs..) var, onu da mı suçlamamız gerekir? Üstad Necip Fazılın deyimiyle “Çok kıskanç bir adam karısını öldürse, sonra da adamın ceketinin cebinden kıskançlığın şaheseri Othello çıksa, kadının ölümünden Shakespeare mi sorumlu tutulacak?”. Kanaatimce birbirini eleştiren iki insanın ikisi de iyi olabilir, birini sevince öteki kötüdür o zaman demek haksızlık olur, dar görüşlülük olur. Selametle..
2. Abdülhamid han hazretleri herseyi düşünerek yapan hiçbirşeyden kolayca pes etmeyen ALLAH’ mıza son derece gönülden bağlı olan ve 2.abdülhamid han hazretlerine bi o kadarda gönülden bağlı olan 2. Abdülhamid han hazretlerinin ‘güvendiklerinden biri olan,asla ihanet etmeyen kısacası Abdülhamid hanın kalbini fethedip,onu aileden sayan’ TAHSİN PAŞA hazretleri… RUHLARINA BİR EL FATİHA…
Sayın hocam Allah razı olsun sizlerden ki … Bu gerçekleri herkese bildirmiş olup bilgilendirdiniz Ne mutlu ki gerçekler unutulmamış Ama ne yazıkki inanan pek kimse kalmamış Geçmiş te yapılan kahpelikleri Göremiyorlar Allah bizleri ıslah etsin ÂMIN..
Değerli zekeriya Hocam; Bu hay huy kaos günlerinde sunduğun nefis tarihi perspektifinle ufkumuzu aydınlattın darbe denen bu cinai şaklabanlığı nasıl görememiz gerektiğini işaret ettin….Sağol varol…