Muhtemelen bu başlığı okuyunca aklınıza hemen Mekke’de Filistin puşisini yasaklayıp İsrail aleyhinde söz ettirmeyenler gelmiştir. Ne de olsa medyada bu konuda mebzul haberler var. “Bu devirde gidilmez dememize “rağmen “o başka, bu başka” deyip gidenlerin başına gelen bir sürü de maceralar. Adamlar daha gümrükten itibaren mesajı veriyorlar. Filistin-Gazze tabuları, hatırlatırsanız panik atak oluyorlar ve derhal “Beytullaha gelmiş zuyûf-i kiramı” (Allahın evine gelen kıymetli misafirleri) kovmuyor, kibarca diport ediyorlar. Neyse bizimkiler uyanık. Hemen Kâbe’ye sığınıyorlar. Burada kulluklarının ifadesi ibadet ya da kinlerini gösterecek beddua etmek; bilinen âdâbi uygulamak yerine stori atıp Gazze’ye destek oluyorlar (!). Gardiyanları da şikâyet edip ağlıyorlar.
Yahu adamlar bizi yasaklı dört yüz küsür kitabın 20. sırasına yerleştirdiler, biz ağlıyor muyuz?
Anlayacağınız konu bu değil..
Şu İttihatçılar ile kafayı bozup “zaten onlar Yahudi dönmesiydiler, onlardan her şey beklenirdi, Mekke’ye bile bir Yahudi komiser yerleştirmişlerdir” demelerini de beklemeyin. Onları kendi gayyalarında bırakın debelensinler. Zira hadise onlardan önce yaşanmıştır.
Sabrınız varsa gelin size tamamlanmamış bu hikâyeyi anlatayım. Ama önce tarz-i kadîm bir mukaddime:
Arşiv bir deryadır. Hele Osmanlı Arşivi adata Bahr-i Ummandır. Bereketlidir de. Yol almasını, daha doğrusu içinde yüzmesini bilirsen bereketlidir de. İnsanı zaman tünelinin içine çeker ve tarih-i alemde seyrana çıkartır. Ancak şaşırtıcıdır da. Oltanı attığında çoğu zaman ne geleceğini bilemezsin. Eski balıkçılar, misina-kurşun satıcılar -siz kataloglar anlayın- size öncülük etseler de her zaman diyar-i hayrete hazır olmalısınız. Kefal diye beklerken birden mini bir istavrit çırpınır oltanın ucunda. Tabi münsif bir avcı olarak onu da iade edersiniz verene. Bu sefer de oltaya bir pabuç gelir.
Ne şans ama. Yeniden oltayı mı atayım, yoksa burada mı durayım dersiniz. Bir tarafta kefal hayali diğer tarafta ne zamandır denizde sizi beklediğini bilmediğiniz bir pabuç. Kısmete gelen tepilmez. Aklı olan en az Yenikapı lodosçuları gibi bundan da ekmeğini çıkarır. Siz hayal ede durun, çevre kirliliğinden dem vurun veya pabucun ne kadar pahalı olabileceğinden söz edin. Biz de uzatmayalım sadede gelim. Meramımızı Arşivdeki bir belge üzerinden, müşahhas misal ile anlatalım.
Bir gün Bahr-i Arşiv’in Dahiliye Mektubi sahilinde Mekke matbuatını ararken oltama, uzun zaman dipte kalmaktan pörsümüş ama belli ki el değmemiş bir gömlek geldi. Nasip deyip aldım ve içine bakmaya, ceplerini (leflerini anlayın) karıştırmaya başladım.
Ne görsem şaşarsınız?
“Gayr-i Müslimlerin girmesine cevaz verilmeyen ve Osmanlı asırlarında da yasak olan Mekke Polis karakolunda bir Yahudi polis varmış.”
Bildiklerine mi inanacaksın, yoksa gördüğün belgeye mi? Öyle ya, Mekke ve Medine yani Haremeyn’e, -ne zaman başladığını bilmezsek de- Gayr-i müslimlerin girişi yasaktı. Tarih boyunca ihtida etmiş görünerek veya Taif taraflarına gitme bahanesi ile arkadan dolanıp giden bazı uyanıklar çıkmıştır. Hatta bunlar arasında hatırat yazanlar bile olmuştur. Lakin bunlar yol kazası ve istisnadır. Hicazda Gayr-i müslimler Cidde’ye kadar gelirler. Burada işlerini takip eden konsoloslukları bile vardır. Ama bundan ötesine sadece havası güzel ve tarihi bazı kalıntıların olduğu Taife kadar tefessüh yani hava almak için özel izinle gidebilirler.
Öyle izin almak kolay değildir ha. Ta İstanbul’a kadar yazılır ve gerekli müsaade ancak “sakın Haremeyn’e yaklaşmasın” uyarısıyla verilirdi. Bu izinler de oldukça nadir idi. Gerçi daha sonra içerdeki bazı hainler bu yasağı deldirecekti. Dahası onların izinden giden ve bugün bölgeyi kontrol edenler de “bu hükmün dinî olmadığını, dolaysıyla Mekke ve Medine’yi de Gayr-i müslim turizmine açabileceklerini söyleyeceklerdi.
Neyse son cümle konumuzun dışında olsa da biz belgemizdeki hikâyeye bakalım.
Yahudi nasıl polis olmuş, dahası kendini Mekke karakoluna nasıl tayin ettirmişti? Gerçi Yahudilerin asr-i saadeti Osmanlı asırlarıydı. İspanya’dan kovulduktan -hatta belki de Kudüs’ten çıkarıldıktan beri- en rahat yaşadıkları devir Osmanlı Devri idi. Osmanlı’da Padişah hariç hemen her şey olabiliyorlardı. Yahudi kalıp muteber hekimbaşı, ya da ihtida edip vezir-i azam da olabilirlerdi. Ama genel olarak karakterleri onları her yerde olduğu gibi finans ve ticaret işlerinde çalışmaya; Evliya’nın deyimiyle “çıfıtlık” yapmaya yönlendirmişti. Sarraf olamıyorsa sabbağ oluyordu, bu da olamıyorsa sayyad olup yollarını buluyor ama memur olmuyorlardı. Hele askerlik, polislik gibi riskli işler hiç de onlara göre değildi.
Kafanız karıştı değil mi?
Olsun biz Bahr-i Arşivde yüzmeye girdik bir kere, hayatta kalmak için bütün maharetimizi kullanmak zorundayız.
Bakın aklıma bir şey daha geldi. Hani Islahat Fermanı akabinde Avrupa Düvel-i Muazzaması Gayr-i müslim teb’adan memur tayin edilmesini Osmanlı Devleti’ne dayatmışlardı. Ancak onların kastettikleri daha ziyade Hristiyan teb’aydı. Özellikle onlardan jandarma tayin edilmesini talep ediyorlardı. Yani anlayacağınız niyet bambaşkaydı. 19. Yüzyılın İkinci yarısı boyunca devlet ve özellikle Sultan II. Abdülhamid bu konu ile çok meşgul olmuştu. Uygulamamak için sadrazam üzerine sadrazam değiştirmişti. Kısmen başarılı olduysa da başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan teb’anın çeşitli guruplarından bir hayli memur da devlet işlerinde yerini almış ama Yahudiler bu işe pek yanaşmamışlardı.
Ama ortada bir ihbar mektubu ve ciddi bir iddia vardı.
19 Aralık 1894 tarihinde Beyrut Valisi, Vilayet antetli kağıdına yazıp Dahiliye Nezaretine gönderdiği istidasında; hadiseyi kendi diliyle ve yorumuyla anlatıyordu. (BOA, DH.MKT 365/23). Vali, mutat olan “devletlü efendim hazretleri”’inden sonra, hikâyeye şöyle başlıyordu: Şekil ve ifade bakımından yazarı Arap evladı ve Türk olmayan yabancılardan olduğu zannedilen biri Beyrut’taki Semeretülfunûn gazetesi imtiyaz sahibi Kabanîzâdeye gönderdiği bir mektup, “zat-i alilerinizin nazargâh-i âlisine” sunulmuştur. Vali mektubu ek olarak gönderdiğini beyan etse de maalesef mektup bizim oltaya gelen gömlekte yer almamaktadır. Anlaşılan Dahiliye Nazırı meseleyi ciddiye almış ve mektubu başka yere havale etmiştir. Nasıl ciddiye almasın. Konu Hicaz’da kuş uçsa haberi olan Sultanın kulağına gitme ihtimali vardı ve mutlaka hesabı kendisinden sorulurdu. İşin ucunda azledilmek de vardı.
Vali, bugün pul-zarf koleksiyoncularının da merakına hitap edercesine; mektubun şekil özelliklerini de anlatıp çıkarımlar yapmıştı. “Üzerindeki puldan Mekke’den postaya atılmış” olduğunun anlaşıldığını söylüyordu. Demek ki “postaya atmak” o zaman da kullanılıyormuş. Hadi dilciler, size de ekmek çıktı diyelim ve devam edelim.
Vali, gazete sahibi Kabanizade Abdülkadir Efendiye, Mekke’de bir muhabirinin olup olmadığını da sormuş, aldığı cevapta ne muhabirinin ne de tanıdığının olmadığını öğrenmiştir. Vali bu durumdan hareketle aynı kişinin Mısır ve başka yerlere de mektuplar gönderme ihtimalini hatırlatıp nezaretten tedbir alınmasını istirham ediyordu
Yani anlaşılan sahibi belli olmayan imzasız bir ihbar mektubu ile karşı karşıyayız. Karanlık bir el harekete geçmiş ve ortalığı karıştırmak istemiştir. Bu yazışma adeta dile gelmez uğraşmaya değmez istavrit gibi görünüyor. Ortada hayalet bir mektup var, daireler arasında dolaşıyor ama içinde ne yazdığını bilemiyoruz. Hikâyeyi burada mı bırakalım yoksa biraz daha kurcalayalım mı? Belli ki İstanbul’da Dahiliye Nezaretinin koridorlarında ve ofislerinde konu günlerce tartışılmış, meseleyi Sultan’a arz edi- etmemek arasında gidip gelinmiştir. Sonunda konuyu biraz daha tetkik etme ihtiyacı duyarak, 18 Şubat 1895’te Dahiliye Nezareti Mektubî Kalem’inde müsveddesi yazılan bir yazı Hicaz Valiliğine gönderilmiştir. Allahtan mektubun içeriği de yazılıp azcık olsa da bizim merakımız da giderilmiştir. Bu arada mektubun aslının bizim gömlek cebinde olmamasının sırrı da ortaya çıkmıştır. Zira Vali’den konuyu araştırması istenirken, mektup da ek olarak gönderilmiştir. Kim bilir kendi imkânı ile validen orijinal mektup üzerinde kriminal bir tetkik yapması mı beklenmekteydi? Postahane mi sorgulanacak, zarf üzerindeki yazılar mı karşılaştırılacaktı? Hulasa adeta belayı uzaklaştırmak için mektup çıktığı yere gönderilmişti.
Hicaz Valisine, Beyrut’a ulaşan mektupta, Hicaz karakolunda bir Yahudi polisin çalıştığı ve aynı polisin her nasılsa Müslüman bir kadın ile evlendiği ve bu kadının da kocasını ihbar ettiği yazılarak; “bigâyet şayân-i dikkat ve ehemmiyet “olan bu meselenin acil olarak tetkik edilmesi istenirken; bize de hikâyenin aslı anlatılmış oluyordu. Ama yine de sorularımıza yeterince cevap verilmiyordu.
Hadi gelin biraz irdeleyelim. Diyelim ki bu efendi o sırada II. Abdülhamid istemese de Gayr-i müslimlerin istihdamı kargaşasından istifade ederek memur olmuştur. Peki daha önce nerede çalışmış ve Mekke’ye nasıl atanmıştır? Varsayalım Müslüman kılığına girip Mekke’ye kadar varmış ve orada göreve başlamıştır. Müslüman kadınla nasıl evlenmiştir? E, nikahını kıyanlar anlamadıysa sünnetli efendiyi zevcesinin anlaması da mümkün olmayacağı aşikardır. Mihr-i muaccel ve mueccele razı olmuş olan efendi, nikahını resmileştirmiş; besbelli Cuma günü camiye giderken Cumartesi de dinine ihanet edip Müslümanlar gibi yaşamayı sürdürmüştür. Peki kadın kocasının Yahudi olduğunu ne zaman ve nasıl fark etmiştir?
Henüz 6284 sayılı kanun yok tabi, ama besbelli kadının beyanı esas alınarak bütün hükümet harekete geçirildiği anlaşılmaktadır. Peki haber neden Hicazdan değil de Beyrut’tan gelmiştir? Mektuba göre kadın Hicazda hükümete başvurmuştur. Ama ne işlem yapıldığı bilinmemektedir. Dikkate alınıp zevcinden boşatılıp zevci de memuriyetten tard edilerek üstü kapatılmak mı istenmiştir? Bu da anlaşılamamaktadır. Peki bir kadın şeklen ve alenen Müslüman olduğunu iddia eden bir adamın Yahudi olduğunu nasıl keşfedebilmiştir? Dedik ya sünnet var, Cuma var, Cumartesi yok vs. Cevap bulamadığımıza göre spekülasyon yapabiliriz. Mesela kadın aslında adamı cimri bulup Yahudiliğine mi hamletmiştir? Olur ya, bu iddiayı pinti ve cimri kocasından kurtulmanın yolu olarak seçmiş ve “kadının fendi” fehvasınca hükümeti ayağa kaldırmıştır. Ya da bir Yahudi gerçekten ortalığı karıştırmak istemiş ve bu hatun kişiyi mi kullanmıştır.
Beyrut Vilayeti, Hicaz Vilayeti ve Dahiliye Nezaretinin müdahil olduklarına bakılırsa o zaman da “kadının beyanı esastı” diyebilirsiniz. Lakin sorularımızın birçoğu askıda ve tabii olarak hikayemiz de eksik kalmaktadır. Ne yapalım bizim oltaya gelenler bu kadar, biraz da siz düşünün.
Tamamlanmamış başka bir hikâyede buluşmak üzere.
Yorum Yaz