Mübarek Ramazan’da itâle-i lisan (dil uzatmak) etmek doğru değildir. On bir ay boyunca hak- nâ-hakk yere kullandığımız dilimize de oruç tutturmak gerekir. Yoksa mazallah “yevme lâ yenfau” da her şey ortaya dökülünce hesap vermek zor olur. Ramazan’ı “kalb-i selimi” sağlamanın vesilesi kılmak gerek deyip; bedenî oruçları zihnî oruçlara da tebdil gayesi güderken önümüze gündem düştü. İstersen konuşma. Bu sefer de konuşmadığın için mes’ul olursun yevm-i kıyamette.
Memleket sıkıntı içinde, önemli bir badireyi atlatmış. Bir kısım bedhâhların yüzünden asâkir-i memleket yani Ordumuz bir hayli yıprandı, güven kaybetti son bir kaç yıl içinde. Ama kalanları ile ve her yıl çağı gelmiş ve onlara emanet ettiğimiz evlatlarımız ile yine yegane güvencemiz, gurur kaynağımız. Doğrusu onlar da yaşadıkları bunca travmaya rağmen bihakkın görevlerini yapıyorlar ve gelecek nesillere okutacağımız bir tarih yazıyorlar.
Ama gel gör ki bu Ramazan gününde yüzlerce vatan evladı cephede değil, karargahta; savaşta değil barışta hastahanelik oluyor. Ramazan da olsa insan dilini tutamıyor. İçinden gelenleri söylemek, paylaşmak istiyor.
Manisa’da yaşanan hadisenin müsebbibi/leri kimdir, kimlerdir? Elbette herkesin kolay bir cevabı vardır. Muhtemelen evraka da bu kolay cevap girecektir. “Levazım subayı, yemekhane personeli vs.” Oysa mesele o kadar basit olmasa gerek.
Hemen hemen her Türk erkeğinin askerlik anısı vardır. Önemli bir bölümü de cephe anısı değil, mutfak anısıdır. Benim de karlı bir kış günü Tuzla Piyade Okulunda başlayan bir hayli mutfak hatıralarım var. Edeben onlara girmeyeceğim. Zaten 224. dönem arkadaşlarımın hepsinde mahfuzdur o hatıralar. Fakat o tarihlerde de erzak müteahhitlerinin Ordu üzerinden yorulmadan para kazanma hırsını hissetmiştim.
Ne mi yaptım?
Elbette doğrudan bir muhatabım yoktu. Muhatap olabildiğim kişiler de “düzen böyle kuruldu böyle gider” demişlerdi. Gerçekten böyle mi kurulmuştu düzen diye merak ettim ve en iyi bildiğim dönemi bir kere daha gözden geçirdim. Meğer doğruymuş dedikleri.
Daha eskisi de vardır ama her şeyi kontrol eden muktedir Sultan II. Abdülhamid zamanında bile askeri erzak müteahhitleri böyleymiş. Tabii bunun bir kîl u kâlden ibaret olmadığını da ispatlamak gerek. Serde gençlik var. Bir makale yazalım, bunu da Genelkurmay yayınları içinde “ibreten li’l umera” neşredelim belki faidesi olur diye kaleme sarıldık ve yazdık 90lı yılların başında. Zannımızca tarihten misal getirerek o güne/bugüne ayar çekeceğiz. Ama heyhat ki heyhat ne okuyan ne dinleyen ne de itibar eden var.
Kazanma hırsı, insanı insanlığından uzaklaştıracak boyuta ulaştığında hiç bir reçete çare olmaz. Bugün olmadığı gibi.
Ama isterseniz II. Abdülhamid döneminde yaşanan ve Askeri Tarih Bülteni’nde (sayı 34/1993) belgeleri ile yayımladığım hikayeyi özetleyeyim.
20 yüzyılın başıdır. II. Abdülhamid’in gözbebeği olan II. Ordu merkezi Rumeli kaynamaktadır. Yabancı devletlerin ihtirasları ve kışkırtmalar, iç isyanlar askerin gözünü kırpmasına imkan vermemektedir.
Fakat İstanbul’da önemli yerlerde hâmi belki de ortak bulmuş olan bir kısım askeri erzak müteahhitleri her türlü bozuk ve çürük malzemeyi istediği fiyata Orduya satmaktadır bugünkü gibi. Hatta bazen de satmayarak Orduyu tehdit etmektedirler. Sultan II. Abdülhamid, Halil Rifat Paşa’dan boşalan Sadaret makamına çok güvendiği Said Paşayı (6. Defa) atayarak bu problemlere çara bulmasını ister.
Said Paşa sorunun kaynağını bilmektedir. Ama fincancı katırlarını ürkütmek istemez. Dolaylı çözümler üretir. Erzak müteahhitlerinin tekelini kırmak için “Birleştirilmiş Satın Alma Komisyonu” kurarak, açık eksiltme ile ve peşin erzak alımına başlar. Mahalli varidatı da buna bağlayarak müteahhitten borç ile erzak alımının önüne geçerek, muhtemel baskıları önler. Kısa sürede %25-30 civarında da bir indirimle iyi ve taze malzeme alımı gerçekleşir. Ama bu icraattan başta göğsü madalyalar ile dolu Serasker Rıza Paşa rahatsız olunca o densiz müteahhitlerin hâmisi de anlaşılır. Belki de o indirim miktarının gittiği yerler açığa çıkar.
Bu tartışmalar yaşanırken, Kosova’daki erzak müteahhitleri 1902 yılının Ramazan ayı ortalarında harekete geçerler. Orduya malzeme vermeyeceklerini bildiriler. Bununla kalmazlar. Baskılarını arttırmak için ülkenin her tarafındaki müteahhitlere telgrafalar çekerek bu boykota katılmalarını isterler. İşin ilginç tarafı bir çok yerde mahalli bürokrasi de neredeyse bu adamlara hak vermektedir. Hükümet telaşa düşer, ilave tedbirler alır. Said Paşa mahalli yöneticileri uyarır, bu konuda kesin emirler vererek, “mahallinde çözülebilecek meselelerin bu denli ta’mîm edilmesini” kasıtlı olduğunu buna sebep olanların da cezalandırılacağını bildirir.
Kosova yöresinde mesele kısmen çözüme ulaştırılır ama bu sefer Selanik’te benzeri problemler yaşanmaya başlar. İhtiyaç durulan 1.300 bin liralık meblağın kaynağını Said Paşa Askeri Donanım bütçesinden vermek ister ama bu sefer de Padişah rıza göstermez. Hükümet sorunu yerinden çözmek için yeniden girişimde bulunur ve vatan evladının Ramazan ortasında aç susuz kalmasını önler.
Konu Bakanlar meclisinde tartışılırken Said Paşa ve Serasker Rıza Paşa birbirlerini suçlarlar. Sadrazam bu yolsuzlukların sorumlusu olarak Seraskerliği yani Rıza Paşayı görür. Kavga uzar ve Said Paşa II. Abdülhamid’e istifasını verir. Hikaye uzun girmeyeceğim. II. Abdülhamid Said Paşa’nın istifasını kabul etmez ve sadarette kalması için ikna eder etmesine ama sorun bitmez.
Her yazıda bir sonuç olması gerekmez. Bazen içinde saklıdır bu sonuç, ama dilin kemiği yok başladı mı duramaz. Akademik her yazının başına gelenler gibi benim yazım da unutuldu. Belki de dergi editörlerinden başka kimse okumadı. Referans aldığını da görmedim. Bana faydası dokunmadı diyemem. Her akademik yükseltmede “manasız ve akademik kaliteyi ölçmede hiç bir işe yaramayan” puanlamalarda kullandım. Ama keşke bugünkü gibi, o zaman gördüklerim üzerine yazdığım o makaleden ders alanlar çıksaydı. Çıksaydı, tekerrür eder miydi Ramazan günü Manisa fecaatı?
Bütün askerlerimize acil şifalar diliyorum.
Eksik olmayın üstadım sağolun ilginize. Boşluk ile muhatap olduğumu düşünürken bana cesaret verdiniz.
Berhudar olasız güzel efendim.
Sağolun hocam, hep birlikte.
Sayın hocam yine gündeme tarih boyutunda ışık tutan manidar bir yazı kaleme almışsınız. Ilk yazımda okumadığım için hayıflandım. Ellerinize sağlık. Maalesef okuyup ders alamama gafleti içindeyiz. Bilim niçin yapılır niçin yuzlerce binlerce makale kitap yazılır atıf için mi yukselmek içinmi neden okuyucu çok olmaz. Ah birde halk nezdinde okuyucu bulabilseydik .. ozaman memleketin genćliğin yükselişinin önüne geçilebilirmiydi….
Aziz Hocam,
Yazıyı bulup okuyacağım. Not aldım.
Saygı ile
Hocam
Yazı gene hedefini bulmuş ama bizler balık hafızalı olduğumuz için bu kulaktan girip diğerinden meselesi bir de bizler hakkı ayağa tutup kaldırmadığımız müddetçe maalesef. Heyhat ki tarihi bile bize yanlış bellettiler…
Şimdilik bu kadar…
Hürmetlerimle.
Hay elinize dimağınıza saglık Zekeriya Hocam; Bunca gümrah avazın içinde sakin bir bahçede pirinç semaverden çay içiyor gibi geldi makalen….