İnsan geçmişi ile var olur, geçmişiyle yaşar. Bu yüzdendir ki yeni başladığı gün ne kadar iyi olursa olsun, geçmişe özlem duyar. Zira inkar edilmez kendi hakikatidir insanın geçmiş. Bu yüzden olumlu/olumsuz ne varsa geçmişinde hep güzeldir hatta kutsaldır da. Benim de zaman zaman geçmişin hikayeleri ile sizleri meşgul etmem bundandır muhtemelen. Her ne kadar “geçmiş bitti, gelecek yok, gerçek yaşadığın andır” aforizması dilden dile dolaşsa da, anı yaşamanın kodları da geçmişte yatmaz mı?
Yıl 1988 Ramazan (Nisan-Mayıs) ayı. Sizinle başka ama bildik bir diyara eski bir Ramazan’a seyahat edeceğiz bugün. Her şey Türkiye-Mısır Kültür Bakanlıklarının müşterek araştırma bursunu kazanmam ile başladı 1986 yılında. Ankara’da mülakat, görüşmeler, araştırma projesinin sunumu ve merhum gönül adamı Hacı Bayram’ın mücaviri Dr. Emin Acar’in katıksız ekmeğini tadarak, üzümlü çayını içerek –daha doğrusu duasını alarak- başladı Mısır seyahati planları. Tabi ki hemen seyahat başlayamadı, başlayamazdı da. Zira o tarihlerde Mısır, Dışişleri Bakanlığının kırmızı listesinde idi ve bir devlet memuru olan asistanın gidebilmesi için YÖK, Dışişleri ve bilmediğimiz bir çok merciden izin gerekiyordu. Bu hikaye uzun giremeyeceğim. Ama sonunda 1988 Ramazanını geçireceğim Mısır’a ulaştım 1987 ortalarında.
Evliya Çelebi’nin deyimi ve Mısırlıların tasdiki ile Ümmü’d-Dünya’ya (Dünyanın Anası) gelmiştim. Dünyanın harikası piramitler, ilk İslam şehri Fustat, İmam Şafii ve etrafında yaşayan milyonlarca evsiz, Amr İbn As’ın Mısır’ı, Fatımılerin Kahiresi, Sünni ve Şiilere melce olan Hazret-i Hüseyin semti, mübarek başının medfun olduğu iddia edilen türbe ve camisi ve Müslüman dünyasının en eski Üniversitesi Ezher; çoğu zamanlarımı geçirdiğim Kahire Üniversitesi, Memlüklerin gözde şehri Kahire, Kayıtbay, İbn Kalavun, gönüllerin sultanı Ahmed Er Rufai hazretlerinin türbesi, İslam tarihinde şecaati ile bilinen ama hayatı hüzünle biten meşhur kadın Seceretüdür’ün semti ve kabri, Mısır’da Türklüğün mührü olan İbn Tolun camisi, Yavuz Sultan Selim’in izleri ve Mısır’da Memlük hakimiyetinin Osmanlı hakimiyetine devrinin sembolü Babu’z- Züveyla kapısı ve nihayet Mukattam dağındaki Kale ve içinde Sultanahmet camisinin taklidi Mehmet Ali Paşa Camisi. Hemen hızlıca aklıma gelen ve her birinin ciltler dolusu hikayesi olan bütün bu mekanlar avucumun içinde idi.
Dünyanın en mutlu insanıydım adeta. Durun hele, Mısır bundan ibaret değildi elbette. Daha havaalanında başlayan ve ilk başta anlayamadığım ama kulağıma hoş gelen ve her dem bir sır gibi “mealeş” (önemli değil, takma kafana, afedersin…) ve “aviz ey” (ne istersin, muradın ne?) kelimelerini adeta musikişinas gibi terennüm eden ve her zaman gülen/güldüren Mısırlılar. Oturduğu balkonuna gözün iliştiğinde “tafadal/buyur” diyen gönlü zenginler.
Meş’um askeri inkılap ile Türkiye’de de tanınan ve Mısır’ın bağımsızlığını simgeleyen Tahrir meydanı, İttihatçıların adeta “tenabiletü’s- Sultan” unvanını alacakları Özbekiyye; tıynetine göre gecelerin aktığı Hüseyin Meydanı ve Giza Caddesi (Şariu’l-Harem), Mehmet Akif’in hatırasını taşıyan ve dünya ile kaynaşabileceğin Fişavi kahvehanesi ile Necip Mahfuz’u dinleyebileceğin ve paran varsa aldatılabileceğin Han Halil’i; biraz değişim istediğinde, yüksek sınıfın semti Zemalik ve Mühendisin; orta sınıfın yeri Dukkî ve Roksi meydanları, Lazoğlu meydanı ile Şiilerin buluştuğu, her türlü eski kitabı temin edebileceğin Seyyide Zeynep ve tabi ki o tarihlerde Türklerin yoğunlaştığı Medinetü’n-Nasr nasıl unutulabilir.
Hele bütün bunlar arasında dolaşan taksi/dolmuş ve pencerelerinden inip binilen otobüsler ve gönlü istediğinde her hangi bir yerden çay veya fûl (bakla yemeği) almak için “zınk” diye duran tren makinistleri silinebilir mi geçmişimden. Koca Mısır ülkesi bundan ibaret değildi ama bütün bunları görünce klasik kitaplarda –ve halen halk dilinde- Kahire şehrine neden “Mısır” denildiği açıkça anlaşılıyordu. İşte böyle bir zamandı 1988 Ramazanı.
Yazmayı düşündüğümde başka şeyler anlatmayı ve özellikle Ramazanı ve orada kimi yerli, kimi yeni gelen, kimi burslu, kimi hamisiz, kimi yüksek maaşlı, kimi memur, kimi müftü, kimi akademisyen vs. kimi maceraperest ve “bilmem kimi ne olan” ve kimi sonradan Türkiye’de akademisyen, dekan, rektör, bürokrat siyasetçi ve hele “Ortadoğu Uzmanı” sıfatı alan Türkleri anlatmayı düşünmüştüm. Fakat hatıralar beni birden başka taraflara sürükledi. Ömür vefa ederse, anlatırım inşallah onları da bir gün.
Öyleyse sabrınızı fazla zorlamadan size biraz da Çin’den bahsedeyim. Şaşırdınız değil mi? “Mısır nere, Çin nere ?” dediğinizi duyar gibiyim. Muhtemelen hocanın, başına ya Sina güneşinin geçtiğini veya şeker kaybından beyninin Mısırlıların tabiri ile -hem olumlu ve hem olumsuz mana taşıyan- “Muhh Türki”ye (Türk beyni) dönüştüğünü zannettiniz. Hamdolsun hiç biri değil.
Haydi sadede geleyim.
Mısır’a gittiğimde dünyanın her tarafından; Arapça öğrenmeye, Mısır tarihi, kültürü, antropolojisi, siyaseti vb. konularında bilgi-görgüsünü arttırmaya gelen veya Batnıyye’de rahatça esrar çekmek isteyen binler ile karşılaşmıştım. ABD’lisi, İngiliz’i, Fransız’ı, ismini duymadığım ülke vatandaşlarını, İmam Şafii’de karşılaştığımda “kesinlikle bir ırka mensup değilim, ben Yugoslavya’dan gelen bir Müslümanım” diyeni ve o zamanki Sovyet ve Çin vatandaşlarını gördüm etrafımda. “Yabancılık akrabalığı” oluşmuştu ve kaynaşmıştık bu insanlar ile. Kimi liberal, kimi komünist, kimi ateist ve kimi sufî idi. Hulasa dünyanın özetiydi o insanlar. Ama ilk tanıştığımızda ve uzun zaman “Çinliyim” deyip bakışlarını kaçıran bir vardı ki hiç unutmam. Kureş Mahmud adlı bir akademisyendi. Boyu posu, endamı, gülüşü ve hatta Arapça telaffuzu da hiçbir Çinliye benzemiyordu. Buna ben böyle inanıyordum ama ona inandırmak için hayli zaman geçecekti.
Çin’in Shinjang Uyghur Aptonom Rayoni bölgesinden olduğunu söylüyordu. Dinden, milletten bahsetmiyordu. Hocam Nadir Devlet’ten öğrendiğim bütün Türki Dünyası bilgilerimi reddediyor ve Uygurlar ile Türkler arasında kurduğum ilişkiyi “anlaşılmaz tuhaf tarih telakkisi” olarak görüyordu. Aslında sadece o değildi böyle olan. Her nasılsa görünüşte sıkı dost oldukları bir Sovyet vatandaşı Türk de “Kırımlıları” ve uğradıkları soykırımı inkar ediyordu sohbetlerimizde.
Gençlik başımda duman ya, ben de bunları imana getirme gayreti belirmiş, her fırsatta buluşup telkinde bulunuyordum. Ortak dilimiz Arapça idi. Her ikisi de zorlandıklarında kendi lehçelerindeki Türkçe kelimeleri kullanıyorlardı ama bir türlü akraba olamamıştık. Ve nihayet mübarek Ramazan hilali yüzünü göstermeye yakın bir gündü. Sokaklar ve dükkanlar Ramazan fenerleri ile süslenmişti. Hemen her yerde çocuklar, büyükler ve yaşlılara hitap eden Ramazan fenerleri yerlerini almıştı. Hüseyin Meydanı Ramazan şenlikleri için hazırlanıyordu. Böyle bir günde “zoraki” sevgili arkadaşımı kaldığı Kahire Üniversitesi’nin yurdundaki odasında ziyaret ettim. Bir yerlere davet edecektim. Genelde de bu merasim koridorda olurdu. Tek kişilik dar yurt odasına girmeğe de gerek yoktu. Bundan pek de hazzetmediğini biliyordum. Ama o gün beni odasına davet etti. Bir fevkaladelik sezmiştim ve hemen girdim. Bir sandalye ve bir yatak, yanı başında küçük bir çalışma masası, bir kaç kitap bir de radyosu ve çay demleme tertibatı. Mısır’da yaygın ve o tarihlerde bizim hayatımızı kurtaran taşınabilen küçük elektrikli ocak. Ülkesinden getirdiği ve belki de o gün için beklettiği bir çayı hazırlamaya koyuldu Kureş Mahmud. Bu ilginin nereye varacağını ben de merak ediyordum. Havadan sudan konuşuyor ve sabırsızlıkla onun konuya girmesini bekliyordum.
Kureş Mahmud hazırladığı çayı bana takdim etti ve söze başlayacaktı ki, birden eli radyoya giderek sesini sonuna kadar açtı. Okuduğum romanlardan bildiğim bir sahne oluştu. Radyodaki müzik artık ikimizin de sesini bastırıyordu. Koridorda sadece müzik sesi duyuluyordu. Söze başladı ve şöyle dedi Kureş Mahmud: “ Evet senin de iyi bildiğin gibi, ben Uygur Türkü’yüm ve Müslümanım.” Birinci şoku atlatmadan gerisi döküldü ağzından ağlamaklı bir sesle. “Ramazan geliyor, ben oruç tutmak istiyorum” Bende ses yok. Bir taraftan tahminlerimde yanılmamış olmamın hazzı, diğer taraftan şaşkınlık hakimdi bakışlarımda. O devam etti. “Oruç tutacağım ama buradaki arkadaşlarım bunu hemen Çin büyükelçiliğine bildirirler, bursum kesilir ve beni derhal geri gönderirler”.
Bu yıl, geçen yıl ve daha önceki yıllarda hepimiz Çin’deki Müslümanlara yapılan zulmü açık kaynaklardan duyduk. Kimi hak verdi, kimi Çin hükümetine karşı bir provokasyondur diyerek Çin Müslümanlarının hürriyet içinde olduklarını ve bu iddiaların sadece ayrılıkçı Uygurların hezeyanları olduğunu söyledi. Hatta Türkiye-Çin ilişkileri zarar görmesin diye sessiz kaldık. Ama ben bu durumu yevmu’l kıyamette de şahitlik edecek derecede hissettim Kureş Mahmud ile konuştuğum o gün.
Hikayem bitmedi tabi ki, Kureş Mahmud ile bir tertibat aldık, odasını bir bahane ile başka bir bloğa taşıttık ve Ramazan’ı birlikte tuttuk. Ondan öğrendim, Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanları ve adetlerini, Sincan Bölgesinin verimli ve bereketli topraklarını, mamur caddelerini ve her evin sadece bahçesinde değil, balkonunda renk renk güllerin yetiştirildiğini, daracık ve gizli odalarda Kur’an ve dini ilimler okunduğunu, alımlı insanlarını ve Mahmud’un bize lütfettiği “tar” ziyafetini. Ondan öğrendim Doğu Türkistan’da bağımsızlık ve kimlik mücadelesi verenleri o Ramazan boyunca. Ondan öğrendim Abdurrahim Ötkür’ü ve zindanlara girmesine sebep olan “İz” romanını.
Muhteşem bir Ramazan ve lezzetine vardığım en iyi iftar ve sahurları yaşadık birlikte. Mahmud’un yaptığı yumurtalı güveci ve nağmeleri içimizi titreten tarı; sevgili Ali Mazak’ın çayı ile muhteşem sesinden ve gönlünden bize gurbeti sevdiren “çile bülbülüm çile”si ile geçti Ramazanı Kahire’nin.
Sevgili kardeşim Kureş Mahmud şimdi ne yapıyor bilmiyorum ama bildiğim kadarı ile aynı zulüm devam ediyor ve binlerce Mahmudlar dertlerini yüksek sesle çalan radyonun eşliğinde birilerine anlatmak için fırsat kolluyorlar.
Hayırlı Ramazanlar.
Kıymetli hocam hayırlı ramazanlar, elinize yüreğinize sağlık.. Anılarda tarihi, coğrafyayı kültürü dostlukları buluşturduğünuz bu satırları okumaktan yine keyif aldım. Umut ederimki bu çok kıymetlı satırlar ilerde bir kitap olur da daha çok okuyucu ile buluşur. Öğrencilerime önermekten şeref duyarım. Yeni yazılarınızıda buluşmak dileğiyle. Selam ve saygılarımla efendim.
Teşekkürler Zekeriyacığım. Ben hâlâ isim zikretmeye korkarım. Geçen zaman içinde bir kere telefonla kısa bir konuşmamız oldu Kureşle. Özbeklerle hiç görüşemedim. Pekin’e gittiğim zaman oradan bile telefonu düşüremedim. O yaralı ceylanları mevla kurtarsın inşallah. Bize bu fırsat düşmeyecek gibi.. Dertleri derdimizi hep arttırdı da dermana varamadık gitti. Bani Mısır gurbet, hasret, özlem ve yangın hatıralarımla yüzleştiriyorsun. Yağız, suskun, yiiğt Kureş arkadaşımızın susku. süzgün ve düşünceli siması hiç hatırımdan çıkmaz. Her akşam dağvet eder yemeğe. Çay faslında bağlaması konuşur. Arada bir ilaç alır. Ne için dediğimde ” Bu ilaç düşünceyi az kılur” demişti. Geceleri belli ki uyku girmiyordu gözüne. Ne yapabilirdim, ben de Çile bülbülüm çile şarkısıyla ona eşlik ediyordum. Bu gün ne söyleyeceğimi de bilmiyorum bu dünya meydanında. Tekrar teşekkür ederim. Tüm detayları da unutmamışsın. Tebrikler, sevgiler.
Sevgili Ali Abim, gurbetdaşım, yoldaşım,
Kureş’in o hisli dünyasında önemli bir yer edinmiştin. Sizin telkin ve sesiniz ile huzur bulmuştuk o ramazanda. Evet ismini anmaktan ben de korksam bile nasılsa o kendi gerçeği ile zaten çoktan yüzleşmistir sanırım. O yüzden biz de tarihe adını yazalım istedik. Bizler “ol mahîler ki derya içre derya kadrin bilmezler” halinde iken onların varlık mücadelesine ve onurlu duruşlarına hiç degilse kalemimizle şahitlik edelim istedim. Sizin hafızamı tasdık etmeniz de bu yazıya başka bir anlam kattı. Müteşekkirim. Sizin deyiminizle, sevgilerimle.
Sevgili hocam,
Bir solukta okudum, daha doğrusu anı yaşadım; çok kıymetli bilgilenme oldu, sevindim, üzüldüm, Kures Mahmud’u merak ettim, Uygur lu soydaşlarımızı daha ziyade merak eder oldum, özetle hayatta önemli çok şeyleri kacirdigimizi farkettim.
Farkındalık oluşturan yaşanmış paylaşım için tesekkur ederim, sağlıcakla kalın.
Teşekkürler hocam.Beni tekrar hatırat dünyasına lı ramazanlar ve bayramlar.döndürdüğünüz için.inşallah hatıratınızda çıkar ve okumak nasip olur.biz geldik 52 yaşına ona göre erkenden kaleme alınız ki okuyalım.şimdiden hayırlı ramazanlar ve bayramlar
Ramazanımızı hüzünlendiren ve renklendiren bir iklimi hissettirdiğiniz için teşekkür ederim.