Yükleniyor

Blog

Tur-i Sina’da Ramazan Bayramını Yaşamak

18.07.2015

Bayram münasebeti ile pek çok eş dost akraba ve meslektaştan tebrik geldi. Kimi telefon ile, kimi diğer sosyal medya araçlarından kimi de e-postadan. Şikayetim yok, çağın gereği ama insan telefonsuz, e-postasız vs. zamanları özlemiyor değil. Çok değil, çeyrek asır önce, eş-dost akraba görmek bir heyecan yaratıyordu. Her şey ru be ru (gençler için: yüz yüze) görüşme üzerine bina edilmişti. Şimdiki gibi tebrikler, pijama, terlik ile değil, o gün için hazırlanmış kıyafetler ile kabul edilirdi. Şikayet değil benimkisi, hatırlatma. Zira sürekli “eskilerin daha iyi olduğunu” iddia edenlerden değilim. Ancak geçmişte değişim daha yavaş olduğu için benimseme de daha kolay oluyordu. Oysa şimdi öyle mi? Geçen yıl kullandığımız sosyal medya araçlarına kaç tanesi katıldı. Birine cevap verirken diğeri sıkıştırıyor. Dolayısıyla bir taraftan hazımsızlık yapıyor, diğer taraftan “daha yok mu, daha yok mu” diye haykıran maymun iştahlılık. Eh bu durumda, benimseme, alışkanlık, klasikleşme de olmuyor haliyle.

Yazmaya başladığımda konu bu değildi. “Lafın belini kıralım” derken ucunu da kaçırdık galiba. Konu Bayram. Sadede gelelim, hem de el diyarında bayram.

Bir akrabam Almanya’dan telefon edip, “ne olacak gurbet diyarındayız sonunda” deyince bu sabah, önce hüzünlendim. Ama sonra hem hatıralarım depreşti, hem de bayram “bütün insanlığa armağandır gurbeti olmaz” diye kendi kendime telkinde bulundum. Zaten aynı sırada dünyanın farklı yerlerinden farklı dinlere mensup dostlarımdan mesaj alınca Allah affetsin “bak telkinimde haklıymışım” diye de böbürlendim.

Hollanda’dan değerli dostum ve meslektaşım, Ben Slot ile şu anda Fransa/Lion’da bulunan Romanyalı dostumuz Mihai Maxim, İtalya’dan da Fabio Grassi bayramımızı kutladı önce, sonra diğerleri takip etti. İlk iki dostum şu anda tedavi görüyorlar, kendilerine acil şifalar diliyorum. Tabii ateş altındaki Yemen ve Suriye’den, Suudi Arabistan’dan, Tunus’tan ve daha bir çok ülkeden arayanlar ile bayramın evrenselliği bugün bir kere daha benim nazarımda tescillendi ama tarihe not düşmek üzere, Mısır’da/Tur-i Sina’daki geçirdiğim bir bayramı anlatacağım sizlere ama özellikle gurbette bayram geçirenlere. Hem kim gurbette değil ki?

Mısır’da Ramazan ve Bayram

Bir kaç ramazanın tamamını veya bir kısmını ve bayramını yurt dışında geçirdim. Burada anlatacağım anım ikisini bir arada Mısır’da geçirdiğim 1987 Ramazan ayı ve bayramıdır.

Mısır’da Ramazanlar pek çok İslam ülkesine göre olukça hareketlidir. Özellikle akşamları teravih sonrası sahura kadar Ezher civarı, Hüseyin semti ve Han Halili’nin eşi benzeri yoktur. Tabii burada bütün bir Ramazanı anlatmayacağım, zira gene konudan kopar gideriz. Sadece bir başkaydı “Kahire Ramazan geceleri” diyerek yetineceğim.

Kahire'de bir Ramazan gecesi.

Kahire’de bir Ramazan gecesi.

Gündüzlerim genellikle kolay ve yakın olduğu için Kahire Üniversitesi kütüphanesinde geçiyordu. Akşamları da iftarımızı, kuşeri, ful, taamiye gibi, mahalli yiyecekler veya kaldığımız yerde hazırladığımız mütevazi yemekler ile geçiştiriyorduk. Yeme-içme azdı ama asla şikayet yoktu. Meyve o zamanlar Mısır’da bol ve ucuzdu. Çay ise en kolay işti. Yani hiç bir sıkıntı yoktu. Üniversite misafirhanesinde muhtelif milletlerden öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyeleri ile bir araya geliyorduk. Kimler yoktu ki; bizi laik bir ülkenin mahkumları olarak gören İhvanîler, Arap milliyetçileri, Marksistler, Nasırcılar, Liberaller, Üniversitede aktif olan Cemaat-i İslami üyeleri, Filistin sevdalıları, İsrail düşmanları, Üniversite sonrası kapağı bir an önce Körfez ülkelerine atmak isteyen eyyamcılar, Kahire’nin mistik havasına kapılmış batılılar, gündüzleri İmam Şafii civarındaki ortaçağ mezarlığından çıkmayan sosyal antropologlar, her türlü uyuşturucunun temin edildiği Batniyeyi bir kurtuluş olarak görenler vs. Dünya’nın her tarafından insanlar, ama özellikle bizi pratik yapıyoruz diye zevkle seyreden Fransız ve Amerikalılar.

Kureş Mahmud'un hazırladığı iftar.

Kureş Mahmud’un hazırladığı iftar.

Anlayacağınız üzere, biz de “Arap Baharı”nı daha o zamanlardan hayal ediyor, canımız istedikçe de bol bol Tahrir Meydanı’nı adımlayarak devrim planları yapıyorduk(!). Sovyetler Birliği’nden gelen arkadaşlar ile sohbet ederken -bazıları korkudan inkar etse de- yakında olacak çöküşü konuşuyor, 90lı yılları hayal ediyorduk. Tabii bu konuşmaları bir Sovyet alışkanlığı olarak yüksek perdede açılmış olan radyo sesinin gölgesinde yapıyorduk. Doğu Türkistan’dan olan arkadaşımız Kureş Mahmud en samimi olanı idi. Onun ile Uygurca Abdurrahim Ötker’in İz romanını okuyor ve hâlâ değişmeyen Doğu Türkistan’ın kaderini tartışıyorduk. O Ramazan içinde yaptığım en iyi iftar da Kureş Mahmud’un hazırladığı bir çeşit türlüyü andıran, ama et niyetine önceden hazırlanmış omletin içine konulduğu yemek ile olmuştu. Can dostum Kureş Mahmud, aslında Doğu Türkistan’da çok yaygın olan o yemeği, Kahire şartlarına adapte etmişti. Tabii iftar ve sahur boyunca Kahire’de, Doğu Türkistan’ın şehirlerinden, insanlarından ve özellikle her evin yetiştirdiği rengarenk güllerinden, ama nadir olan siyah güllerinden bahsediyorduk.

Bütün bunları yaşarken ağabeyim olarak benimsediğim ve o sırada erken dönem “İslam Tarihi’nde Filistin” çalışan dostum Ali M. da yanımızda idi. Efkârlandıkça onun bülend-avaz ile söyleyip insana can bahşettiği “Çile Bülbülüm” devreye girerdi. Mısırlılar, yabancılar ve tabii ben tiryakisi olmuştuk. O da nazlanmaz, her seferinde bizi sevindirirdi (Dinlemeyen dostlarına tavsiyem ilk yakaladıkları yerde okutsunlar). Tabii akşam serinliğinde sekiz rekâtlı teravihler de ayrı bir terâvet sağlıyordu.

Ramazan ayı bitti. Her nasılsa ben başka arkadaşların telkiniyle bu dostlarımdan ayrılarak Ramazan Bayramı namazını Ezher Camii’nde kılmaya niyetlendim. Ali Bey de hatırladığım kadarı ile Türkiye’ye, özlediği çocuklarına gelmek için daha önceden başlattığı bilet ayarlama işinin son merhalesi ile uğraşacaktı. Zira o zaman THY bugünkü gibi günde bir kaç sefer değil, haftada sadece iki sefer yapıyordu ve bilet bulmak da müşkil idi.

Ezher camii biraz uzakta idi ama bindiğim taksi işinin ehliydi. Üstelik bahşiş kokusu da aldığından beni namaza hızlıca yetiştirmişti. Tabi cami içine giremedim ve Hüseyin meydanına doğru yayılan cemaatin arasında yerimi aldım. Dönem Mübarek dönemi idi ve bugün muhalif görünen pek çok din adamları ve Ezher de ona laf kondurmuyorlardı. Anlayacağınız konu dönüp dolaşıp dolaylı da olsa ona geliyordu hutbede. Arap edebiyatının en belîğ şekli ve en güzel örnekleri Mısır camilerinde okunan hutbelerde duyulur. Öyle bizimkiler gibi ellerine tutuşturulan kağıttan falan okumak yoktur. Ayıp sayılır, belki de caiz görülmez. Fasih Arapça öğrenmek isteyenler için birebir derstir. Üstelik bir, bir buçuk saat sürdüğü oluyor. O gün de, 30 teravihten kestiğimiz 12şer rekâtlık zamanı, Ezher hatibinin hutbesine ilave ettik. Güneş gittikçe yükseldi, sıcak hava Kahire’de bayramı geçirmememizi telkin etmeye başladığında hatip de ikinci hutbeye başlamıştı. Neyse ki güneş iyice yükseldiğinde artık bayram namazı da bitmişti. Hiç beklemedim. O semte geldiğimizde mutlaka uğradığımız Fişavi’ye de girmedim.

Oradan derhal -daha önce adımlayarak defalarca ölçtüğüm- Tahrir Meydanı’na geldim. Tabii önce İngiliz işgalinden beri var olan Gruppi’de bir sabah kahvesi içtikten sonra. Meydanın Nil nehrine bakan tarafında bir seyahat acentesine girdim ve beni Kahire’nin dışına bir yere göndermesini önerdim. Oldukça şık görünümlü, işini bilen görünür bir yerdi. Düşünüp taşındılar ve ne de olsa “bu da ecnebidir”, diyerek bana Kızıldeniz kenarında Taba, Ebu Zeheb veya Şermuşşeyh’teki sahil yerlerindeki otellerini pazarlamaya kalktılar. Tamam dedim, ama bunlar beni tatmin etmez. Başka ne önerebilirsiniz diye sorarken, bir turistik harita gözüme ilişti ve önerilerinin Tur-i Sina Dağı’na da yakın olduğunu keşfettim. Zaten uzun zamandır gitmek istediğim bir yerdi. Mısır’da yaşayıp bütün kutsal kitaplarda zikredilen bu beldeye gitmemek yakışık almazdı. Hz. Musa’ya büyük saygısızlık olurdu. “Olur” dediler. Önce turistik otobüsleri ile İsrail-Ürdün sınırındaki Akabe Körfezi’ne inecek, oradan Taba tatil köyü ve nihayet Sina Çölünde Tur-i Sina Dağı…

Süper bir program. Hareket akşam saat 18.00.

Söylediklerine göre konforlu bir otobüs için bilet aldım, diğer ödemeleri yaptım, hatta şoför için de talep ettikleri biletin yarısı kadar bahşişi ödeyerek Üniversite yolunu tuttum. Orada dostlarımla bayramlaşacak, biraz dinlenip sırt çantamı alacak ve yola çıkacaktım.

Üniversiteye vardığımda her biri başka diyardan olan, bazıları da Sovyetlerdeki muhtar cumhuriyetlerden (daha o zaman Türki Cumhuriyetler kullanılmıyordu) olup o güne kadar Marksist olmakla müftehir olan dostlarımı adeta beni bekler buldum. Geçmişteki felsefi sohbetleri unutmuşlar oruç ile Marksizm arasında kurdukları bağları terk etmişler, adeta yeniden doğmuş gibi bayram kutlaması yapıyorlardı. Birbirimize sarıldık, sabah bir yakınımın dediği gibi “gurbet bayramın”da kesinlikle başka zaman yaşamadığım kadar candan ve neşeli bir bayram öğlesi geçirdik. Mısırlı dostlarımdan başka nerede ise dünyanın her tarafından Müslüman-gayrimüslim herkes sevincimize iştirak etmişti. Bayramın evrenselliğini bir kere daha anlamıştım ama durun daha bitmedi.

Biraz sonra Ali Bey çıkageldi. Mahzundu, anlamıştım bilet işi olmamıştı. Sadece “belki yarın bir şey çıkabilir vaadi” ile dönmüştü. Sıra bende idi. Ramazan boyu nazımı çeken bu dostumun hüznünü dağıtmam gerekiyordu. Çocukları, sevgili eşi gözünde tütüyordu, teselli edecek bir şey yoktu ama en azından onu Kahire’den kurtarırsam daha mutlu olacağını düşünüp, hemen benim akşama Tur-i Sina’ya yola çıkacağımı ve birlikte gidebileceğimizi, böylece bayramın ikinci, üçüncü günlerini de güzel bir gezi ile süsleyebileceğimizi söyledim. Hüzünlü idi ama gözleri parladı ve derhal “peki” dedi. O da o ortamdan uzaklaşmak istiyordu.

Hemen seyahat acentesine dönüldü. Aynı işlem bir kere de Ali Bey için yapıldı. Bilet alındı, gerekli uyarı ve telkinler yapıldı. Sorular soruldu. Tavsiyeler alındı vs. akşam yolculuğuna hazırlanmak için tekrar Üniversite’ye dönüldü.

Tur Dağı’na Yolculuk

Saat 18.00 acentenin önündeyiz. Acente kapalı, kimse yok. Etrafta turizmi hatırlatacak bir hareketlilik de yok. Sadece acenteye yakın bir yerde bir servis otobüsü duruyor ve ara sıra her hallerinden Mısırlı oldukları belli olan yolcular biniyorlardı. Bana tarif edilen turistik otobüs değildi, onun için yaklaşmıyorduk bile. Saat 18.30 hâlâ gelen, giden yok. Ali Bey’e de mahcup olmuştum, derken bir kişi beni “siz Akabe’ye gitmiyor musunuz/Entu mış raihîn Akabe?” diye uyardı. Adeta uykudan uyandım. “Evet dedim, otobüs bekliyoruz.” “Di Bas/Bu Otobüs”, diyerek yarım saattir seyrettiğim otobüsü göstermesin mi? Eh, dedim, hiç yoktan iyidir, hiç değilse burada bırakılmadık. Tabii ki bugünkü İslam aleminin büyük sorunlar ile neden boğuştuğunun ilk dersini de almıştım orada. Sokakta ahlak, hele ticarî ahlak hiç yok. Bunu bugün dahi değişik dereceleriyle İstanbul’da, Kahire’de Bağdat’ta, Şam’da ve hatta Mekke ve Medine’de görmek mümkündür. Sokakları düzelmeyen toplumların ayağa kalkması, varlık göstermesi hele “yeryüzünün varisleri olması” mümkün müdür?

O gece yaşadığımız yaklaşık 12 saatlik (aslında 6-7 saatlik mesafe) yolculuğun macerası bu yazıya sığmaz. Kahire’den çıkmadan otobüsün bozulup daha kötü bir otobüse mahkûm edilmemiz mi, Süveyş yakınlarında İsmailiye’de gece duran otobüsün her bir yolcudan ekstra bahşiş almadan hareket etmediğinden mi; genç ve sözde daha gelişmiş (!) bir ülkenin ferdi olarak benim oradakileri zavallı (!) bulup her şeye göz yuman Mısırlıların hakkını savunan donkişotluğumdan mı bahsedeyim. Neyse sabah erkenden kalkacak olan feribota yetişmek zorunda olan ve çoğu Ürdün’de, S. Arabistan’da işçi olarak çalışan yolcu arkadaşlarımla Akabe’ye vardık. Onların yeniden bahşiş ödememeleri için bunca boş fedakarlığıma rağmen vedalaşamadan hızlıca feribota doğru koştuklarını görünce gece yarısı bahşiş ödemeye ses çıkarmama sebeplerini anladım.

Ben ve sevgili ağabeyim Ali Bey ise bölgede İsrail’in işgali yıllarında yapılmış Camp David’ten sonra da Mısırlılara devredilen ve daha çok Alman turistlere hizmet veren yegâne tatil köyüne vardık. Henüz saat erken, hiç bir hareket yok. Nöbetçi görevliler bize buyurun diyeceklerine şüpheli gözler ile süzdüler.

Yapılacak bir şey kaldı. Oralarda her zaman geçerli olan üst perdeden konuşmak. Resepsiyon memurlarına tesisin müdürünün nerede olduğunu sordum. Onlar da isteksizce henüz erken, 9.00’da geleceğini söylediler. Ben de ara sıra Türkiye’de gazetelerde yazdığım için “Türk Gazeteci” kimliğine bürünerek, derhal çağırmalarını ve bir röportaj yapacağımı söyleyince, hareketlenme oldu. 15 dakika sonra müdür hazırdı. Bir taraftan kahvaltı yapıyor diğer taraftan da röportajım için o anda aklıma gelen soruları soruyordum. Aklımca veya şark kurnazlığı ile dün Kahire’de yediğim kazığın intikamını alıyordum. Gençlik işte. Neyse kahvaltıdan sonra fotoğraf çekmek için etrafı gezdirdi müdür bey… Sonunda bir bungalovda karar kıldık. Henüz bir kafile gelmemişti. Beklenen ilk kafilenin saat 10.00’da ulaşacağını söyledi, aynı kafileyi götürecek otobüs ise saat 12.00’de ayrılacaktı oradan. Bizi de o otobüsle, röportaj yapacağımız diğer yer olan Ebu Zeheb’e göndermeyi unutmamasını sıkı sıkıya tembih etik. Vakt-i surur-i safa… Kızıldeniz ile buluşma zamanı. Masmavi deniz, mercanları çıplak gözler ile 1.5-2.mlik yerlerden seyredebilirsiniz.

Saat 12.00. Maksûd-i aslımız olan Sina çölüne doğru yola çıktık. İki saat sonra bir dar vadiye ulaştık. Etraf çöl ama bildiğimiz çölden değil, dar bir vadi ve sert topraktan oluşmuş alabildiğine taşlık kumluk bir alan. Vadi ortasında küçük bir vaha ve vahanın ortasında da St. Katrin kilisesi. Ortaçağlardan kalma ama bakımlı bir kilise, önünde bir kaç ağaç arkasında ziraat yapılan bahçe. İçine girdik, dolaştık. Daha sonra Türk Dünyası Tarih Dergisinde yayımladığım Yavuz Sultan Selim’in St. Katrin Ruhbanlarına verdiği emannâme/ferman duvarda asılı. Doğrusu güzel bir yer de bizim zamanlamamıza uygun gelmiyordu her halde. Bayramın ikinci gününün son kısmını da kilisede geçirecek değildik ya. Gerçi Enver Sedat zamanında iktisadi açılma/infitah politikası dini bir açılım (!) da getirmiş ve St. Katrin’i çevreleyen dağların tepesine en uzaktan görülecek şekilde devasa haçlar yerleştirilmişti (Dönem çalışılmaya değer). Biraz da kilisenin dışında eşeği ile bahçeye veya su almaya giden Keşiş ile sohbet ettik. Yunan teb’alı imiş ve galiba kilisenin keşişleri falan Yunanistan’dan geliyormuş, deyince Yunanca konuşmaya çalıştık. “Lagos ise/Efharisto/Kalaime” falan, aksanını tutturamadık. Derken Keşiş açıldı ve imamlardan duymadığım değme fasih bir Arapça ile bize manastırı anlattı.

Kelîmullah’ın makamı Tur Dağı bizi bekliyordu. Keşiş ile daha fazla zaman kaybedemezdik. Güneşin batmasına 2-3 saat vardı. Söylenene göre de oldukça dik olan dağı tırmanmak için bu zaman kâfi idi. Eh durmayalım harekete geçelim. Gece konaklama imkanı var mı, yiyecek-içecek bulabilir miyiz diye de sorduk. Vallahi Mısırlılar alem insanlar. Muhataplarını kırmamak için hep istediğiniz cevabı verirler. Aksi beyan yoktur. Yani her şey var anlamına gelen cümleler kurdular. Biz de St. Katrin etrafındaki büfeden iki şişe su ve iki peynirli sandviç alarak tırmanmaya başladık.

Tur Dağında Bayramlaşma

Kayada buzağı timsali.

Kayada buzağı timsali.

Heyecanlı idik. Sahih rivayetlerde geçen Hz. Musa’nın Allah ile kelama geçtiği yere doğru tırmanıyoruz. Tur-i Sina Dağı’na. Dağ deyince Karadeniz’in yeşil yaylaları, Torosların serin ve yemyeşil ormanları akla gelmesin. Her tarafı taştan, kayalıklardan müteşekkil bir dağ. Asırlardır kullanılan yol sarp, kayalık ve zor. Yer yer Osmanlılar zamanında konulmuş kesme taştan bazı merdivenler var. Şevk ve arzu büyük. Tırmanma yolumuzda bizim gibi Şevval’in birinci gününü Tur Dağında geçirmek isteyenler var. Bazıları bir kaç kere aşmış bu yolu anlaşılan ama yorgunlar. Onlar etrafı tanıtıyorlar. Allah’ı görmek isteyen Musa Kelimullah’ın isteğine karşılık Allah’ın nurundan yarılan karşıki kayalıkları, Harun’un vadiye yakın yerde zapt edemediği kavminin altından buzağı yapıp monte ettiği yeri gösteriyorlardı. Derken bir baktık ki, biz en öndeyiz. Bir de oruçlu olduğu için zorla tırmanan oldukça kilolu bir arkadaş. Güçten ve takatten kesilmiş ama hâlâ ağlayarak tırmanmaya çalışıyor. Sunduğumuz suyu kabul etmiyor. Yaklaşık yarım saat onun ile meşgul olduk, sonunda geri dönmeye ikna ettik. Ama ertesi gün anlayacaktık ki, geri dönmemiş ve yolculuğunu sabaha karşı tamamlamıştı.

Neyse artık tırmanma yolunda sadece Ali Bey ile ikimiz idik. Kötü de olsa suyu olan bir mola yerine vardığımızda, tırmananlara elindeki ateşten simsiyah olmuş tek demlikle çay yaparak bir kaç cüneyh kazanmaya çalışan bir bedevi de orayı terk ediyordu. Umudumuz zirveye varmak ve orada her türlü ihtiyacımızı karşılayarak rahat-bâl ile yüce makam-i Musa’da bir gece geçirmek. Bedevî gencin nereye gidiyorsunuz bakışları bizi etkilemedi bile.

Gurubun tam çökmeye başladığı bir zamanda, yaklaşık üç-üç buçuk saatlik bir tırmanıştan sonra zirveye vardık. Sevinç ve sukût-i hayal. Dağın zirvesinde iki küçük bina. Biri düzgün ve üçgen çatısındaki haç ile kilise olduğunu haykırıyor. Diğeri ise ayıp olmasın diye kondurulmuş, düz toprak çatısı ve bakımsız görünüşü ile bir Mescit. Hissiyatımızı kelimeler ile anlatmaya hacet kalmadı. Ali Bey ile birbirimize baktık ve mescidin kapısına yöneldik, kapalı. Kilise de bizim mabedimiz değil mi? Oraya vardık, orası da kapalı. Bu da bir sevinç kaynağı oldu. Hiç değilse, iki mabedin de “kapalı” olması ile eşitlemiştik işi.

Etrafa bakındık, in-cin yok. Oturacak bir sandalye falan Hak getire. Artık biz zirvede idik, ufuk aşağıda kalmıştı, güneş battı-batacak, bir Fatiha okuyup geri de dönemezdik. Bir taraftan tek başımıza zirveye çıkmanın (maalesef tekliğimizi bozan bir Alman da peşimizden gelmişti) mutluluğunu mu; geceyi bilmediğimiz karanlıkta geçirecek olmanın endişesini mi yaşayalım? bilmiyorduk. Üstelik Ali Bey’i de hüznünü dağıtmak üzere getirdiğim yere baktıkça…

Tur Dağı'nın sabahında.

Tur Dağı’nın sabahında.

Neyse olan oldu. Etrafta su yok. Teyemmüm ile akşam-yatsı galiba cem edildi. Elimizde kalan son yarım litre suyumuz ile sandviçler beş yıldızlı bir mekanda yenen yemeklerden daha leziz geldi. Artık sığınacak bir yer bulmak için yıldızlardan ve ay ışığından istifade edeceğiz. Zaten biraz sonra elimizi uzatsak dokunacağımızı yıldızları müşahede etmeye başlayınca korkumuz bitti. Gündüz ne kadar sıcak idiyse şimdi de soğuk rüzgar esiyordu. Rüzgardan korunaklı iki kaya arasını seçtik. Sırt çantamdan ayırmadığım nevresimimi çıkardım ve taşın üstüne yaydım. Artık öylece sabahlayacaktık. Ali Bey “şu işe bak, hayal bile edemeyeceğimiz bir yerdeyiz şu mübarek Bayram’da ama, insansız olması da içime dokunuyor” dedi. Ben cevap veremedim. İkimize de mistik bir hüzün çökmüştü. Ama içimde bir his, Ali Bey’i de şaşırtacak bir gelişmenin olacağını söylüyordu. Hani meşhur şarkıda olduğu gibi “dün gece yar hanesinde, altım çamur, üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi” demek istiyorduk. Ama ne mümkün gece yarısından sonra ortaya çıkan bir sesin kaynağını buluncaya kadar uyuyamadık. Nihayet iki taşın arasına sıkışmış bir poşetin rüzgârın esmesiyle çıkardığı tuhaf sesi keşfedince, kendimizden geçercesine huzur içinde Ashab-i kehf uykusuna daldık.

Tur Dağı'nda Buluşanlar.

Tur Dağı’nda Buluşanlar.

Ay çıkmış, sonra yerine dönmüştü. Yıldızlar yavaş yavaş mecralarında yol aldılar, bizden uzaklaştılar ve galiba fecrin son vakti girdiğinde büyük bir gürültü ile uyandım. Rüya görüyordum herhalde. Her dilden konuşan kalabalık insan sesleri geliyordu. Ali Beye sezdirmeden etrafı kolaçan edeyim dedim. Rüya değildi.. Bir de ne göreyim, şafakla birlikte St. Katrin civarındaki konaklama mekanlarından yola çıkarak burada güneşin doğuşunu seyretmek isteyen, kimi Musa’ya kimi İsa’ya ve kimi de Hz. Muhammed’e salavat getiren pek çok insan. Kimi hayranlıkla etrafta keşif yaparken, kimi fotoğraf makinelerini yükselecek güneşe doğru yerleştiriyor, kimi de bize doğru koşarak “Küllü amin ve entum bi hayr/Bayramınız kutlu olsun” diyordu. Ali Bey de uyandı ve fark etti gelenleri. Artık yapılacak bir şey kalmıştı, onun davudî sesinden saba makamında bir ezan dinlemek. Ve Tur Dağı inledi. Dağlar, taşlar, mescit, kilise, ins ü cin herkes büyük bir huşu içinde dinledi ezanı. Sonra sabah namazı.

Müslüman, Yahudi, Hristiyan her kim var ise sıraya girdi selamlaşmak ya da bayramlaşmak için… Gurbet bayramı mı “kurbiyyet bayramı” mı oldu takdir sizlerin.

Sonrası mı? Uzun hikaye başka bir eşref saatinde anlatırız inşallah. Sina çölündeki kum fırtınasında son anımızı yaşama korkusunu; yorgunluktan uyuyakaldığımız Kızıldeniz sahilinde, “Med” olunca denizin içinde uyanmamızı vesselam…

Her nerede iseniz, hepinizin Bayramı kutlu olsun

Yorum Yaz

  1. Metne iliştirilmiş ikinci resimde Ali Bey’i görünce şaşırmıştım. Okudukça şaşkınlığım ve garip bir şekilde sevincim arttı. Ömrünüze bereket Hocam. Çokça bayramlar görüp eşref saatlerinizde aktarasınız..

Blog

Kategoriler