Mısır’da bulunduğum yıllarda iki önemli isim ile tanışmış ve görüşlerinden istifade etmiştim. Birincisi ünlü Türkistanlı büyük alim ve Sovyet rejiminin yıllarca cezalandırarak yurdundan ettiği Mübeşşir el Tırazî’nin (1896-1977) oğlu Nasrullah el Tırazî idi. Mevzu bulmakta zorlanan araştırmacılara konu, senaristler için 20. Yüzyılı anlamaya dönük filme esas olacak müthiş bir hikaye; ders almak isteyenlere de ibretler ile dolu bir hayat, baba Mübeşşir El Tırazî’nin hayatı.
Ancak burada konu, kendisi gibi, iyi yetişmiş büyük bir alim olan Nasrullah el Tırazî’dir. Kendisi ile tanıştığımızda çoktan 70ini aşmıştı. Buna rağmen Kahire ilim çevrelerinde büyük saygı görüyor, Kahire Üniversitesinde Türkçe ve Osmanlıca dersleri veriyordu. Kaleme aldığı eserler ise cabası. Özellikle Kahire kütüphanelerindeki Türkçe yazmalar kataloğu hala kullanımda olan önemli bir çalışma. Türk ve İslam kültürüne yaptığı katkılar ayrı bir yazı konusu, burada giremeyeceğim ama Arapça bilenler aşağıdaki videoyu izleyebilirler.
Buluştuğumuzda hep Türkçe konuşurduk. Ama evine gittiğimde büyük bir hüzün yaşadım. Benim ile tanıştırdığı evlatları Türkçe konuşamıyorlardı. Sebebini sordum. Birincisi annelerinin Mısırlı olması, diğeri ise hiç Türk ortamına girmeye fırsat bulamamış olmalarıydı. Oysa ne kadar arzu etmişti Türkiye’nin tahsis edeceği bir bursla evladının Türkiye’de okumasını. Halbuki o yıllarda Mısır’a neredeyse cüzzamlı gibi bakıyordu Türkiye’nin sistemi. Hatta ben –Araştırma Görevlisi olmam hasebi ile- iki hükümet arasındaki kültür anlaşmasına rağmen oraya gidebilmek için Dışişleri Bakanlığı’ndan üç ay izin beklemiştim. Neymiş “o ülke kırmızı listede imiş… Bir memurun gitmesi sakıncalı olabilirmiş.” Bu ifadeyi teyit edecek belgeye malik değilim, ama her aradığımda aldığım cevap buydu. Eskilerin deyimi ile “el uhdetu ale’r-ravî”. Yeniler de boş durmamış “günahı boynuna” demişler.
Her ne ise, Nasrullah el Tırazî Mısır’a giden her Türk’e ilgi gösterir, onlara yardımcı olur ve bilgisinden istifade ettirirdi, karşılık beklemeden. Fakat içinde bir buruk acı olduğuna şüphe yoktu: Vatanını yitirmiş bir Türk olarak anavatan gördüğü Türkiye’nin ilgisizliği.
Kahire’de iken bir ara Türkiye’den hepsi ayrı bir değer taşıyan beş hoca gelmişti bir kongreye. Benim de hocalarım olan Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Prof. Dr. Coşkun Alptekin ile İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Işın Demirkent (her üçü de Hakka yürüdü), Prof. Dr. Erdoğan Merçil ve Prof. Dr. Ramazan Şeşen. Zaten tanıyorlardı ama bir kere daha anlattım onlara Nasrullah el Tırazî’yi. Merhum Anadolu insanı, vefakar Hakkı Hoca adeta görev edinmiş benim gibi genç birinin sözünü ve Türkiye’ye geldikten sonra “hiç değilse ahır ömründe sevindirelim” kabilinden Nasrullah El Tırazî hocaya fahri doktora verdirmek için girişimlerde bulunmuş ve bunu başarmıştı da. Bir müddet sonra hayata veda eden her ikisi de inanıyorum ki diğer tarafta birbirlerinden hoşnut olarak sohbet ediyorlar şimdi ve muhtemelen bizlere de bakarak, “bunca imkanlara rağmen, takdir konusunda hâlâ bir şey değişmedi” diyerek hayretlerini ifade ediyorlar. Her halde ölülerin ruhlarını ta’zîb etmek bu olsa gerek.
İkinci isim ise edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığını umut ettiğim, Mucib el Mısrî idi. Onun edebiyattaki maharetini anlatmaya benim ne ilmim ne de kalemim yeter. Sanırım İstiklal Şairimiz Mehmet Akif ile de arkadaşlık etmiş olan bu insanın Süleyman Çelebi’nin mevlidini aynı vezin ile Arapça’ya çevirdiğini söylesem erbabı anlar. Tanıdığım zaman o da emekli olmuş, sekselerinde bir pîr-i fâni olarak Ayn Şems Üniversitesi’nde Türk diline ve edebiyatına hizmet ediyordu. Onun derdi de “fark edilmek, hakkettiği iltifatı görmek” idi. Bu bir mağruriyet veya iltifat düşkünlüğü değildi. Eğer ona iltifat edilecek olsa onun yaptığı işler de Mısır’da ilgi görecek ve Türkiye-Mısır ilişkileri daha da gelişecekti.
Hatta bir ara Mısır’ı ziyaret eden dönemin en önemli ve etkili ismin kız kardeşi Prof. Dr. Emel Doğramacı –belki de– “ne de olsa yaşlıdır, kısa zamanda unutur” düşüncesi ile kendisine Hacettepe Üniversitesi’nden bir fahri doktora vereceğini vaat ederek ayrılmıştı yanından. Aklında kalmıştı ve kitaplarda okuduğu Türklerin sözünde durmasından hareketle bir gün bunun gerçekleşeceğini umut ediyordu. Ben de Türkiye’ye döndükten sonra bu durumu bir kere daha yazılı basında dile getirdim ama o zaman dinleyen çıkmadı. Daha sonra bu vaat yerine getirildiğinde artık sağlık sorunları nedeniyle Türkiye’ye gelebilecek durumda değildi. Ama şimdi Mucib el Mısrî’nin diğer taraftan vaad sahibine hitaben “dilin kemiği yok ki” diyerek acı bir tebessüm ile “inşallah arkadan gelenler böyle olmaz ve sözlerini zamanında tutar” dediğini hisseder gibiyim.
Şimdi bunlar birer hatıra oldu. Anılarda kaldı. Ama benzeri vakalar olmasın uyarı levhasının da koyulmasının zamanı geldi. Türkiye dünyaya açılmak istiyor. Hakkıdır da. Türkiye Yeni ve Büyük Türkiye mesajı veriyor. Göstergeler de bunu doğruluyor. Ama bu iddiaların sorumluluğunu da hissetmesi ve hissettirmesi gerekiyor. Bu işleri yapacak imkanlar ve kurumlar var. Mesela Kamu Diplomasisi Kurumu gibi. Türkiye ortaya çıkan puslu havadan, acil problemlerden ve gündelik olaylardan bağımsız olarak uzun vadeli hesaplar da yapmalıdır. Hele kalıcı, sürdürülebilir prestij arayışlarına ihtiyaç vardır. Elbette son yıllarda verilmeye başlanan Türkiye Bursları bu konuda önemli sonuçlar doğuracaktır. Ama bunun yanında ve acil olarak ömrünü Türkiye araştırmalarına vermiş, çalışmalar yapmış ve etrafında saygınlık uyandırmış olan bilim adamlarını dünyanın neresinde olursa olsun bulup desteklemek ve onurlandırmak gerekmektedir. Bu o insanlara karşı bir takdir ifadesi olacağı gibi Türkiye’nin tanıtımı için bir görevdir de. Yoksa meydan Türkiye karşıtlarına kalacaktır.
Diğer taraftan böyle bir yaklaşım aynı zamanda “dümeni kırılmış bir gemi gibi” nereye rastlasa toslayan üniversitelerin tavrıyla Sultan II. Abdülhamid’e doktora unvanı verme acayipliğinden kurtaracağı gibi; kendi ülkesine vefasızlığı benimsemiş akademisyenlerin kalbini de bu ülkeyi seven, takdir eden ve araştıran yabancılara gösterilen şefkat ve ilgi ile dönüştürmek mümkün olacaktır.
Yazıyı bir öneri ile bitirelim. Tunus’ta başlayan Arap baharından sonra Türkiye-Tunus ilişkileri önemli aşamalar kaydetmiştir. Derin tarihi ilişkileri bulunan iki ülke birbirlerini tanıma konusunda daha fazla gayret gösterir olmuştur. Bu konuda Türkiye’nin –sanırım- yaptıklarını takdirle karşılamamak mümkün değildir. Ama bu işlerde aktif olan gençlerin hafızasına geçmişi de katmak ve iki ülke ilişkilerinde önemli derecede yer etmiş isimleri hatırlatmak gerekiyor. Türkiye’de henüz devlet Osmanlı tarihi ile hesaplaşma içinde iken, önce Tunus’ta ve bütün Mağrip ülkelerinde Osmanlı tarihini bilimsel yöntemlerle anlatmaya, tanıtmaya çalışmış, hatta bu çalışmaları kurumlaştırmış olan Prof. Dr. Abdülcelil Temimi’nin hatırlanması gerekir.
Yıllardır tanıdığım bu ciddi araştırmacı, Arap dünyasında pek çok gencin Osmanlı tarihi araştırmalarına yönelmesine sebep oldu. Onun ile ilgili anıları başka bir yazıya bırakalım. Ama ilk defa merhum Özal zamanında Türkiye tarafından kısmı bir ilgi gören bu önemli bilim adamına bir kaç yıl önce önerimiz ile Türk Tarih Kurumu Şeref Üyeliği payesi verildi. Ama çıkardığı düzinelerce yayınlarını Türk üniversitelerinde ve kütüphanelerinde bulmak mümkün olmadığı gibi Türkiye’de bu çalışmalara ilgi duyan akademisyen de bulmak mümkün değil.
Evet işte size tecrübeli, Türkiye’yi seven, Osmanlı tarihini sevdiren, ve sekseni aşmış yaşına rağmen hala bu konuda faaliyetlerde bulunan bir duayen. Boş işler ile uğraşmayalım. Kimi kendi kurduğu ve hala çalışmalarını sürdürdüğü vakfına destek versin, kimi de çağırıp fahri doktora versin. Kütüphaneler de onun çalışmalarından ülkemizin gençlerini mahrum etmesin. Yoksa –Allah geçinden versin- o da bizleri öbür taraftan “aynı tas, aynı hamam” diyerek seyredecek bizleri.
TRT’de Temimi ile ilgili yayınlanmış kısa bir video için bakınız:
Hocam, çok güzel anlatmışsın.Bu tür yaşanmışlıklar insanı etkiliyor. Keşke sizin gibi diğer akademisyenlerde tanınması gereken insanlardan bahsedip yeni kuşaklara aktarabilseler.Yönetenler nasıl düşünürse düşünsün, halklar arasında bu denli sıcak ilişkiler her zaman kurulmuştur ve şimdi de kurulabilir. İnanıyorum ki Osmanlıdan kalan Türklerin hakimiyeti altında müslüman coğrafyanın sükün içinde yaşamış oldukları gerçeği ordan çıkınca daha çok su yüzüne çıkmıştır. Bunu idrak eden halk Osmanlıya ve onun varisi Türk halkına saygı ve minnet duymuştur. Bundan ötürü hem müslüman kardeşlerin verdiği mücadele hem de o mücadelenin sembol isimleri merhum Hasan El Benna ve Seyit Kutubun kitapları müslüman Türk gençleri tarafından büyük takdir görmüş ve bu hareket Türkiye içinde çokça taraftar bulmuştur. Selam ve muhabbetlerimle…
Faydalı bir yazı, yerinde bir nasihat olarak okudum. İslam Tarihi konusunda Y. Lisans yapmış bir eğitimci olarak bu güzel ilim insanından bi haberdim. Teşekkür ederim hocam.