Malum 2014 yılı dünyayı alt üst eden ve bugünkü siyasi ve hatta sosyal şartların oluşmasına zemin hazırlayan Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıl dönümü idi. Bütün dünyada bu savaşa taraf olanlar ve olmayanlar arasında ciddi hareketlenmeler oldu. Bilimsel toplantılar, anmalar yapıldı; yayınlar, ve günümüzün vazgeçilmez iletişim aracı olan internet siteleri (Örnek 1, 2, 3) hazırlandı. Savaşa asıl konu olan ve savaşın nesnesi durumunda bulunan ülkemizde de bazı üniversiteler ve kurumlar benzeri faaliyetlerde bulundular. Ama bekleneni vermediği muhakkak. Yeni bir fikir ve yeni bir yaklaşım yerine malum savaş suçlularının (!) yeniden ilamı yapıldı. Bu işler ile görevli TTK bu süreci adeta sessiz geçirdi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ilginç bir uluslararası kongreye ev sahipliği yaptı. Türkler olmadan Birinci Cihan Harbinin nasıl konuşulabileceğini ortaya koydu.
1915 yılı tabii olarak dünyaya nazaran bizim için daha anlamlı bir yıl idi. Aslında hem bir noktada savaşın ve hem de Türkiye’nin kaderini belirleyen Çanakkale zaferinin 100. yıldönümü idi. Bir de yüz yıldır propagandası yapılan “Ermeni soykırımı” iddialarının da yüzüncü yılı idi. Uzun süre tartışmalar yaşandı. Devlet Çanakkale’yi büyük bir heyecanla anmayı hedefledi. Ama aynı zamanda dünyada Türkiye’nin aleyhinde gelişen Ermeni iddialarına nasıl bir cevap verilmeliydi? Aslında bu tartışmalar arasında Türkiye her yıl 18 Mart’ta kutlanan deniz savaşlarının yanında kara savaşlarının başlama tarihini yeniden keşfetti. 24 Nisan’da büyük devlet törenine karar verildi. Aslında iyi de yapıldı. Böylece Çanakkale savaşları ilk defa bir saplantıya ve ayırıma tabi tutulmadan bir bütünlük içinde anıldı. Savaşın deniz ve kara kahramanları arasında bir ayırım yapılmadı. Ama aynı gün, Ermeni soykırım iddialarının da yıldönümü idi ve her yıl bu tarihlerde Ermeniler bütün dünyada etkinlikler yapmaktaydılar. Doğal olarak yıllardan beri 100. yıla hazırlanıyorlardı. Dünya 24 Nisan’da ikiye bölündü. Türkiye’den yana olanlar ve Ermenistan ile Ermeni diasporasından yana olanlar. AP yeni kararlar çıkardı. ABD eski söylemini sürdürdü. Vatikan sürpriz yaparak Ermeni söylemini öne çıkardı. Bu işin asıl sorumlularından biri olan Rusya’nın devlet başkanı Putin Ermenistan’a gitti ama konuşmasında “rahat olmadığını” gösterdi.
Alemin enzarı önünde gelişen bütün bunları neden anlatıyorum? İğneyi kendimize çuvaldızı başkalarına batırmak için.
Bu tür durumlarda devlet refleksine bağlı olarak kamu kurumları, eğitim kurumları, belediyeler ve STK’lar da harekete geçer. Her biri kendi imkanlarını seferber ederek, anma heyecanına kapılır, farkındalık yaratır, gençliğe geçmişi hatırlatarak, geleceklerine yol gösterir. Nitekim, bu durumu geçen altı ayda müşahede etmedik değil. Bir çok kurum ve STK kendine düşeni yaptı. Ama gayretler dağıldı, hedefler birbirinden uzaklaştı ve maalesef çoğu kere amaçlara hizmet yerine daha sığ ve lokal menfaatler devşirildi.
Bir olayın 100. yıl dönümünü insan ömründe bir kere görebilir. Bu yüzden ben de bu heyecana kapıldım ve kendi kurumumda bir şeyler yapma sevdasına düştüm. İki şey yapacaktım. Birincisi, Çanakkale’yi 100. yıl dönümüne yaraşır bir şekilde bir program ile anmak. Diğeri de çok tartışılan Türk-Ermeni ilişkilerine geniş bir açıdan bakarak, fotoğrafın tamamını gösterecek bir şeyler yapmak (hazırladığımız site için bkz.). O sırada Üniversitenin bir idari birimini yönetiyordum. Önce Üniversitemin bütün birimlerine bir yazı yazarak, Çanakkale konusunda birlikte büyük bir anma program yapabileceğimizi ve bunun için öneriler beklediğimi bildirdim. Zira Üniversitemde, bu işin tarihini, edebiyatını, siyasetini, sahne gösterilerini, sergisini, ışığını vs. yapabilecek birçok bölüm vardı. Neyse bir süre bekledikten sonra onlarca yazıya sadece bir cevap geldi. O da “herhangi bir katkı veremeyeceğini” söylüyordu. Bu cevaba minnettar kaldım. Zira en azından biri ciddiye almıştı. Öyleyse ben bu işi artık yapmalıyım dedim.
Bilenler bilir, Üniversite yönetimi bu işlerin yapılmasını ister ve destekler, ama imkan sunmada yetersiz kalır. Hele klasik yapının dışına çıkarak yeni bir şey yapmaya kalkarsanız var olan imkandan da yararlanamazsınız. Zira tanımlanması yıllar alabilir. Bunu biliyordum. Yapmak istediğim şey ise sadece mevcut salon vs. imkanlarını kullanarak bir panel ve anma günü değildi. Çanakkale muharebelerinin devam ettiği sırada sanat çevrelerinin ve İstanbul basınının meseleye kısmen duyarsız kalması üzerine Enver Paşa’nın sanatçı ve edebiyatçılardan oluşan bir heyeti toplayıp savaş alanına götürmesi ve orada yaşananları göstermesi hadisesi ilham kaynağım olmuştu. Bir çok sahne sanatını bir araya getirerek bir program yapmak istiyordum. Konuyu etrafımdaki sanatçı dostlara açtım. Kimi cesaretlendirdi, kimi de eldeki imkanlar ile olamayacağını ileri sürdü. Neyse daha önce birlikte program yaptığımız sanatçı, müzisyen öğretim üyesi bir dostumuz (Prof. Dr. Mustafa Uslu) ile bu işi öğrenci kulüplerini de içine katarak yapabileceğimize karar verdik. İmkanlarımızı ve ihtiyaçlarımızı tespit ettik. Senaryoyu yazdık ve 60 kişilik bir kadro ile uygun olmayan mekanlarda provalara başladık. Herkes heyecanlı idi ve bana da güveniyorlardı. Temel ihtiyacımız büyük bir sahnenin kurulması ve kostüm, dekor, aksesuarlar vs. ile büyük bir orkestra idi.
Bir umutla dosyamızı hazırlayıp bu ihtiyaçlarımızı görecek mekanlar aramaya koyulduk. Bu işi mutlaka karşılayacaklarını düşündüğümüz kişilere ayrıca “Ermeni Meselesi” konusundaki projemizi de ilave ederek, sözde bir taşla iki kuş avlamaya kalkıştık. Daha önce dolaylı bir şekilde kendilerine ciddi menfaatler sağlayan bana ise zararı dokunan bir meselede yollarımız kesişen ve bundan dolayı sözümüzü kırmayacağını düşündüğümüz bir belediye başkanına müracaat ettik. Kaynakları konusunda kuşkumuz olmayan bu belediye başkanından zar zor randevu alarak, bir arkadaşım ile makamına ulaştık. Daha kapılarda gördüğümüz düzen ve makama girmeden sezdiğimiz ihtişam umutlarımızı arttırdı. Kısa bir süre özel kalem odasında misafir edildikten sonra nihayet “yüce makama” kabul edildik. Tabii bu kadar yıl boşuna uğraşmadık biz de yol yordam öğrendik az buçuk. “Boş gidilmez gidilen yere” fehvasınca elimiz dolu gittik. Ne götürsen o ihtişamın altında kalacağını düşündüğümüzden en çok kıymet verdiğimiz şey olan “kitap” götürmüştük.
O günlerde matbaadan yeni çıkmış olan ve bana da sınırlı sayıda verilen kitabımı, sadece bir sultandan farklı olarak yelpazecileri eksik olan ve büyükçe bir masanın arkasında boy gösteren sayın başkana takdim ettim. Kitabı eliyle hafifçe yana itti. Bu arada kendisi için hazırlanmış ve dilimlenmiş meyve tabağından ağzına götürdüğü meyvelerin bir kısmı görünürken kelama avaz etti. “Ben kitap okumam, kızım ile damadım okur. Onlara veririm”.
Dünyam yıkılmıştı. Artık talebimi yapıp yapmamakta tereddüt ettim. Ama gelmiştik bir kere dosyamızı sunduk ve beklenen cevabı aldık. Bu konular “devlet meseleleri imiş, zaten onlar da yapıyorlarmış falan…”. Yanımda bu olaylara şahit olması için götürdüğüm ve aslında gayet konuşkan olan arkadaşımın da hayretten dilini yutmuştu. Birbirimize baktık ve kalkma zamanı geldiğini anlayarak oradan hızlıca ayrıldık.
100. yıl hikayemiz bitmedi tabii. Biz yapmakta kararlıydık. Üniversitemizin bazı imkanları da beni cesaretlendiriyordu. Ama en önemli ihtiyacımız geniş bir kadroya kostüm ve aksesuar bulmaktı. Piyasada bu işleri yapanlar hem yüksek fiyatlar talep ediyor ve hem de siparişin önceden verilmesini istiyordu. Öz kaynaklara başvurmak en iyisiydi. Benim öz kaynağım da bu konuda ülkemizin kurumları idi. Ne de olsa onlar da benim heyecanıma sahiptiler. Bunun için önce İstanbul’daki imkanları araştırdım. Acaba devlet tiyatroları bize faydalı olabilir miydi? Bu işler ile ilgili olduğunu düşündüğümüz bir yetkili ile görüştük. O kurumun doğrudan Ankara ile irtibatı olduğu ve kendilerinin yardımcı olamayacakları söylendi. Bu yetkili yardım da etmek arzusu ile Şehir tiyatrolarına da başvurabileceğimi hatırlattı. Hemen sempatik resmi bir yazıyı da onlara yazdım. Bir müddet cevap gelmedi. Araştırdım ve olumsuz cevap verileceğini öğrendim. Bizde isler böyle yürür ya, hemen en yetkili kişinin ismini öğrendim. Enteresandır ki, eğitim yıllarımızda yollarımız kesişmişti kendisi ile, hatırlattım ve talebimizin olumlu karşılamasını arz ettim. Ancak bir kaç gün sonra gelen resmi cevapta “tiyatro bölümü olmayan üniversitelerin taleplerine olumlu cevap veremeyeceklerini” bildirdiler. Hoş ben bu hızla sırf onlardan kostüm almak için bir de bölüm kurardım ama zaman yoktu… Neyse.
Eh yılmak yok. Kültür Bakanlığında yetkili tanıdıklarım vardı. Onlara başvurma zamanı gelmişti ve başvurdum. Doğrusu çok ilgilendiler, derhal bir genç görevliyi bu işi halletmesi için görevlendirdiler. Yok iş bitmedi. O genç görevli konuyu Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne yazılı ve sözlü olarak bildirdi. Oradan da beni aradılar, heyecanımı paylaştılar, meseleyi İstanbul’daki Devlet tiyatroları ile halledebileceklerini söylediler. Ama bir süre sonra Devlet tiyatrolarının 57. Alay oyununu sergileyecekleri için katkı veremeyeceklerini bildirip yeni bir adres gösterdiler. Bu da bir gelişme idi. Yeni adresimiz TRT idi. Ankara’ya yazdık. Onlar da nazikane cevap verip ellerinde istenen malzemelerin olmadığını bildirdiler. Ama bu arada işin peşini bırakmayan bir arkadaşım depo sorumlularına da ulaştı ve Ankara’da –muhtemelen terkin için bekleyen- bir kısım kostüm ve aksesuardan istifade edebileceğimizi söyledi. Büyük bir heyecanla bir kişi gönderdik, onlar da cömertlik gösterdiler. Nasılsa atacaktık kabilinden ellerinde olan bazı malzemeleri bize gönderdiler. Tabii hiç yararlanmadık değil, ama bütünü ile işimizi halledememiştik. Yırtık ve kirli asker elbisesi anlaşılabilirdi ama kalpağı olmayan paşa kostümü, veya ayakkabısı olmayan yüzbaşı sahnede nasıl dururdu? Ancak yine de müteşekkiriz. Neyse ben dışarıdaki imkanları da araştırıyordum. Bir firmadan kiralanabilecek kısmen bazı şeyler buldum, ama daha önemlisi bir yapımcı firma (Okur film, Ahmet Okur) henüz sete bile götürmedikleri yepyeni kostümleri bize tahsis etti. Bu arada, Sultangazi Belediyesinin Çanakkale Savaşları ile ilgili bir toplantısına davet edilmiştim. Orada Belediyenin bir gösteri için hazırladığı asker ve subay çizmelerini görünce hemen talep ettim. Belediye başkanı sayın Cahit Altunay’ın hiç tereddüt etmeden olumlu cevap vermesi bana diğer başkanın tazminatı gibi geldi. O zaman anladım ki, hala iş gören hamiyetperverler de var bu ülkede. Allah bozmasın diyelim.
Artık sahne zamanı. Her şey mükemmel gitti. Bir çok sahne sanatlarının bir arada kullanıldığı (Tiyaro-Müzik, Folklor-Şiir-Işık) programımız aynı anda 1000in üzerindeki seyirci ile buluştu. Orkestramız, oyuncularımız, sahne yönetmeni ve uygulamacılar bir harika idi. Kimse farkında olmasa da 100. Yılında Çanakkale Savaşı’nın muhtemelen en büyük anma toplantısını yapmıştık. Ama dünyanın kaderini değiştiren bu hadisenin bu kadar zayıf bir şekilde geçiştirilmesi büyük şairin mısralarını hatırlatıyor bana.
Not: Burada hal-i pür melâlimizi arz ederken hiç kimseyi hedef almadım. Hatırlanacak bir vak’a olarak kayıtlarda kalmasını istedim. Seneye Kutulammare zaferinin yıldönümünü; 2017’de Kudüs’ün elden çıkışını ve nihayet 2018’de İmparatorluğun sonunu getiren süreci hatırlatma ve anma girişimlerinde bulunacaklara bir nebzecik bilgi sunmak istedim.“Bu, taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına
…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana”
kalemine sağlık..
Bu millet derdiyle dertlenenleri asla unutmadı, unutmayacak. Umutsuzluğa kapılmadan, yılmadan çalışma azminiz bize rehber oluyor. Allah bu milleti korusun. İçimizden layık olanları yöneticiler olarak başımıza getirsin.